Maxsus bo'lim > Turk tili va adabiyoti

Eğitici, düşündürücü makeleleri paylaşıyoruz...

(1/9) > >>

Ansora:
Merhabalar forum üyeleri ve misafirleri. İnternet ortamında bazen çok güzel makaleleri okuyoruz.

Ben bunun gibi güzel makaleri okuyunca sizlerin de okumasını istiyorum.

Siz de hoşunuza giden, eğitici, düşündürücü makaleleri bizlerle paylaşabilirsiniz.

Ansora:
ÇANAKKALE'DE ESİR DÜŞEN AVUSTRALYALI SUBAYI ŞAŞIRTAN RESİM
Çanakkale Savaşları'nda esir düşen ve Türk askerinin misafirperverliği sayesinde hayatta kalan Avustralyalı subay, savaştan 30 yıl sonra geldiği Türkiye'de misafir olduğu evde, duvara asılı resmi görünce bir hayli şaşırır, çünkü, o resimdeki kişi, kendisini esir alan 57. Alay'ın Komutanı Hüseyin Avni Bey'den başkası değildir.

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Muhammet Erat, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Çanakkale Kara Savaşları sırasında çok ilginç olayların yaşandığını söyledi.

Bu ilginç olaylardan birinin, savaşın bitmesinden yaklaşık 30 yıl sonra, Çanakkale'yi ziyaret etmek isteyen bir subayın anlatımıyla ortaya çıktığını dile getiren Erat, ''Bu subay, eski Hava Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Tekin Arıburun'un babası 57. Alay Komutanı Yarbay Hüseyin Avni Bey'in esir aldığı subaylardan birisidir. Arıburun, savaştan 30 yıl sonra da bu subayı tesadüfen misafir etmiştir'' dedi.

1945 yılında eşiyle birlikte Çanakkale'deki savaş alanlarını gezmeye gelen Avustralyalı subayın, o yıllarda savaş alanlarının yasak bölge olması dolayısıyla, izin almak için Genelkurmay Başkanlığına müracaat ettiğini ve kendisine, Hüseyin Avni Bey'in oğlu Arıburun'un yardımcı olduğunu belirterek, ''Tekin Arıburun, o günlerde Genelkurmay Başkanlığında Hava Dairesi Komutanıdır, aileye 3 gün izin alır. Arıburun, Avustralyalı aileye, Çanakkale'yi gezdikten sonra Ankara'da evinde onları misafir etmek istediğini söyler'' diye konuştu.

Ansora:
-DUVARDAKİ RESİM, AVUSTRALYALI SUBAYI ŞAŞIRTTI-

Tekin Arıburun'un, babası şehit düştüğünde 8 yaşlarında olduğunu kaydeden Erat, Avustralyalı subayın, Paşanın evine konuk olmasıyla yaşanan olayı şöyle aktardı:

''Anzak subayı, 3 gün sonra eşi ile Çanakkale'den Ankara'ya döner. Tekin Paşa onları karşılar ve evine götürür. Misafirleri salondayken ikramda bulunmak üzere mutfağa gider. Her şeyden habersiz olan Tekin Paşa, salondan İngilizce 'Bu komutan bizi esir almıştı' cümlesini duyar. Duvarda babasının üniformalı resmi bulunmaktadır. Tekin Paşa, 30 yıldır babasının arkadaşlarından savaşta yaşananları dinlemektedir:

'Çıkarmadan sonra esir alınan iki Anzak subayı 57. Alay Komutanı Avni Bey'in çadırına getirilir, tir tir titremektedirler. Alay Komutanı bilgi alabilmek için onlara ikramda bulunur. Onların üzerinden tabanca, dürbün, İncil gibi eşyaları alınır, başka hediyeler verilir. Titremeleri yine de devam etmektedir.'

Bu anlatılan hatıralar Tekin Paşa'da canlanır. Hemen salonda bulunan bir dolaptan fildişi kaplı İncil'i, tabancayı ve dürbünü çıkarır.

Misafir, eşyalarını görünce şaşırır. Tekin Paşa 'Babamın çadırında neden saatlerce tir tir titrediniz' diye sorar. Misafir subay, 'Bakın bugün hayattayım. Diğer arkadaşım da Avustralya'da yaşamaktadır. Babanız bize misafir gibi muamelede bulundu. Bugünümüzü ona borçluyuz. Çadırında bu asil muameleden sonra hicap duydum, bizzat babanıza söyleyemedim, fakat bizi esir alanlara işaretle anlatmıştım. Şimdi size burada anlatıyorum. Çıkarmadan bir gün önce Limni Adası'nda bizlere hitap eden ordu komutanı 'Sakın Türklere esir düşmeyin, ölene kadar çarpışın. Türkler yamyamdır, sizi yerler' dedi. Bizler de, o gün çadırda yeneceğimiz saatleri bekliyorduk. Ancak, Türklerle harp etmekle asil bir milleti yakından tanımış ve vatanları için ne büyük fedakarlıklara katlandıklarını görmüştük.''

Erat, anlatılan olayın Türk askerinin savaş kurallarına bağlı ve hoşgörülü olduğunu ortaya koyduğunu kaydetti.

Ansora:
MORTO (ölüm) KOYUNDAKİ FRANSIZ MEZARLIĞININ AÇILIŞINI YAPMAK İÇİN GELEN GENERAL GURO'NUN HATIRASI

O gün Türkleri Birkaç siper geri atmıştık. Savaş alanında Türklerden aldığımız siperlerdedurum tespiti yapıyordum. Bir Türk askeri telaşlı bir şekilde gönmleğinden parçalar koparıp kucağında yatan bir Fransız askerinin yarasını tedaviye çalışıyordu. "œBiraz önce öldürmeye çalıştığın düşmanını şimdi niye tedaviye çalışıyorsun?" diye sordum. Türk askeri; -Biz savaşta da olsa, kadına, çocuklara yaşlılara ve aman (af dileyen) dileyenlere silah kullanmayız.bizim dinmizde günahtır. Bu askede süngü darbemle yere düşerken anlayamadım ama yalvararak bana birşeyler söylüyordu. Yere düşerken cebinden bir resim düştü. Onu bana ağlayarak gösterdi ve birşeyler söyledi. Anlamasanda, tahmin ettiğime göre o kadın onun eşi yanındaki iki çocukta onun çocukları olabilir! Ben öksüz büyüdüm. Geride bekleyenim yok. Hiç olmazsa o yaşasın da bekleyenlerine kavuşsun!" dedi.. Adeta şok olmuştum. Gözlerimden boşanan yaş yanaklarımda dondu kaldı!.. Dünya tarihi böyle bir insanlığı kaydetmemiştir. Emir subayım, onun kan sızan gömleğini sıyırdı. Görünen daha hayret verici birşeydi. Onun göğsünde, bizim askerin açtığı yara daha ağırdı. Ama o kendi yarasına ot ve yaprak kapatmış, bizim askere kendi gömleğini yırtıyordu. Az sonra ikiside öldüler!... Onları yan yana gömdürdüm...

ÇANAKKALE SAVAŞI KUMANDANI GENERAL JEAN HAMİLTON'UN MEŞHUR SÖZÜ

"œTürkleri Allah'larından ayırabilmek için daha başka ne yapılabilirdi ki? Biz Türklerle değil Onlar'ın Allahları ile savaştık!"

Ansora:
EMÎR SULTAN
Osmanlıların kuruluş devrinde Bursa'da yaşayan büyük velî. İsmi Muhammed, lakabı Şemsüddîn'dir. Babasının adı Ali'dir. 1368 (H.770) senesinde Buhârâ'da doğdu. Soyu, Peygamber efendimize dayanır. Ona, Buhârâ'da doğduğu için Muhammed Buhârî, Seyyid olduğu için Emîr Buhârî, Yıldırım Bâyezîd Hanın dâmâdı olduktan sonra da Emîr Sultan denilmiştir.

Emîr Külâl ismiyle tanınan babası geçimini çömlekçilikle sağlayan bir velî idi. Buhârâ'da sevilir ve duâsını almak için kendisine sık sık başvurulurdu. Nakşibendiyye tarîkatının Nurbahşiye koluna mensuptu. Emîr Külâl oğlunu yetiştirmek için büyük gayret gösterdi. Onu sağlam bilgi ve ahlâk temelleri üzerinde yetiştirmeye çalışan Emîr Külâl, oğluna, bir mesleğe sâhib olması için, çömlekçiliği de öğretti. Emîr Sultan küçük yaşta annesini kaybetti ve öksüz kaldı. Babası onun annesizliğini aratmayacak ölçüde ona yaklaştı ve sevgi bağı kurdu. Babasının ona sık sık verdiği nasîhatlardan biri şöyle idi:

"Ey oğlum! Peygamber efendimizi, babandan, anandan daha fazla sevmelisin. Soyunla öğünmemelisin, ağzından hiç yalan çıkmamalı. Her günü ömrünün son günüymüş gibi tamamlamaya çalışmalısın. İlim öğrenmekte aslâ erinip üşenmemelisin. Ak sakallı da olsan, düşmanla cihâdı bırakmamalısın. Selâm vermeden hiç bir topluluğa girmemelisin. Nikâhsız bir kadınla oturmamalısın. Kur'ân-ı kerîm rehberin, hadîs-i şerîfler ise yol göstericin olacaktır.

Ey oğlum! Hayat her yönü ile senin için bir mekteptir. Hayıra koş, kötülükten kaç. En büyük silâhın, Allahü teâlâya ettiğin duândır. Bunu aslâ unutma!"

Babasının bu şekildeki nasîhatları ile yetişen Emîr Sultan ayrıca, birçok tasavvuf ehlinin sohbetlerine de devâm etti.

Muhterem pederleri ile bir gün tenhâ bir yerde sohbet ediyor ve bir âyet-i kerîmenin tefsîri hakkında konuşuyorlardı. O sırada kalbi mahzûn, çok çocuk sâhibi, borçlu, sıkıntılar içinde bir kişi gelip, perişân hâlini; "Buhârâ'da bir bahçem vardı. Onun mahsûlü, her sene çoluk çocuğumun nafakasını karşılıyor ve ben de helâlinden geçiniyordum. Takdîr-i ilâhî, birgün bir fırtına esti. Bahçemde bulunan tâze ağaçları ve yeni bitmiş sebzelerin çoğunu kuruttu. Bu durumda geçinmeğe gücüm olmadığı için, çoluk çocuğumu terk ettim. Ey Resûlullah'ın evlâdı! Allahü teâlânın zayıf ve bîçâre kulu olan bana, inâyet gözüyle bak. Ayağına düştüm, bana yardımcı ol." diye anlattıktan sonra, yüzünü Emîr Sultân'ın babası Ali'nin ellerine sürdü. Emîr Sultân'ın mübârek pederi de; "Cenâb-ı Hak inşâallah seni arzuna kavuşturacaktır." diyerek onu tesellî etti. O ânda Emîr Sultan hazretleri, o ihtiyara merhamet etmeyi ve şefkatli davranmayı aklından geçirdi. O gece Emîr Sultan, bu muhtâç ihtiyarın bahçesine gizlice varıp, gönülden Allahü teâlâya duâ ederek yalvardı ve; "Ey nîmetler veren ve rızıkları taksim eden Allah'ım! Bu fakîrin ağaçlarını ve ekip diktiği sebze ve meyvelerini eski canlılığına kavuştur." deyip, mübârek ellerini yüzlerine sürdü. Daha sonra Allahü teâlânın izni ile o fakîrin bahçesinde bulunan ağaçlar ve ekili sebzeler yeşerip canlandı. Sabah olunca, ihtiyarın kalbine, ilhâm-ı ilâhî geldi ve hemen bahçesine gitti. Bahçesine girince ağaçların çiçeklenmiş, tâze yaprakları çıkmış ve sebzelerin de canlanmış olduğunu gördü. İhtiyar adam bu durum karşısında hayrete düştü. Bahçenin bir köşesinden bostana baktı ve; "Ey rızkı veren ve mahlûkâtı yaratan Allah'ım! Yalvarmam ve niyâzım sanadır. Bana bu garip sırrı bildir. Yoksa bostanıma hazret-i Hızır mı geldi de, bahçemin ağaçları ölü iken hayat suyunu içip yeşerdi?" dedi. O esnâda Emîr Sultan, bahçenin bir köşesinden göründü. İhtiyar durumun hakîkatini anlayıp, hemen Emîr Sultan'ın ellerine sarılmak istediğinde, o gözden kayboldu. Emîr Sultan'ın duâsı bereketiyle, bahçedeki ağaçlar ile sebzelerin yeşerip, evvelki gibi meyveli olduğuna şükretti. İhtiyâr, Allahü teâlânın kudretine hayran kalıp, başından geçenleri Buhârâ halkına anlattı. Halk gelip, bahçenin hâlini görünce, hayret etti. Bu kerâmeti görünce insanlar, Emîr Sultan hazretlerinden duâ talebinde bulundular.

Navigation

[0] Message Index

[#] Next page

Go to full version