forum.ziyouz.com

Maxsus bo'lim => Xorijiy bo'lim/Foreign board => Turk tili va adabiyoti => Mavzu boshlandi: Ansora 21 Yanvar 2011, 14:09:15

Nom: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 14:09:15
(http://i051.radikal.ru/1101/06/78f0d38f4d3e.jpg) (http://www.radikal.ru)

İskender Pala (d. 8 Haziran 1958, Uşak), Türk profesör ve divan edebiyatı araştırmacısı.

Yaşamı

İlkokul’u Uşak Cumhuriyet İlköğretim Okulu’nda bitirdi. Lise’yi Kütahya Lisesi’nde bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okumaya hak kazandı. Aynı okulda yaptığı lisans tez çalışması Câmiu'n-Nezâir’dir. Doktora çalışmasını ise "Aşkî, Hayatı, Edebî Şahsiyeti ve Divânı" başlığı altında yine İstanbul Üniversitesi’nde yaptı. Divan edebiyatı dalında 1983 yılında doktor, 1993 yılında İstanbul Üniversitesi’nde doçent, 1998 yılında da Kültür Üniversitesi’nde profesör oldu.[1] Divan edebiyatı alanındaki çalışmalarıyla dikkat çeken yazarın çeşitli ansiklopedi ve dergilerde edebiyat araştırmacısı sıfatıyla yayımladığı bilimsel ve edebi makalelerinin yanında ortaokul ve liseler için yazdığı ders kitapları da bulunmaktadır. Ayrıca, Osmanlı deniz tarihiyle ilgili araştırmalarda bulunmuş ve bir kısmını kitaplaştırmıştır.[2]
Okuma hayatına Peyami Safa’nın eserleri ile başladığını belirten yazar, ilk okuduğu kitapların 9. Hariciye Koğuşu ve Yalnızız olduğunu söylüyor. Ömer Seyfeddin, Refik Hâlid, Reşat Ekrem okunduktan sonra, Osmanlı tarihi ve edebiyatla tanışması Erzurum ve İstanbul’daki üniversite yıllarına denk gelmiş.
Bir ara Hilmi Yavuz ile TRT’de Şairane adlı programı sunan yazar, TRT 2'de Divançe adlı programı hazırladı. Şu anda Zaman gazetesinde Kültür-Sanat sayfasında köşe yazıları yayınlanmaktadır.
Düzenli olarak Altunizade ve Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezlerinde Divan Şiiri Saati adı ile etkinlikleri olup sık sık okur günleri de düzenlemektedir. Halen Uşak Üniversitesi'nde öğretim görevlisidir.

İstanbul’da ikamet eden yazar evli ve 3 çocuk babasıdır.

Aldığı görevler:

1979-1982 İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji seminer kütüphane memuru
1982-1984 Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Deniz Lisesi Komutanlığı'nda teğmen
1984-1986 Üsteğmen
1986-1987 Boğaziçi Üniversitesi'nde part-time Türk Dili ve Edebiyatı öğretim üyesi
1987-1994 Yüzbaşı, Dz.K.K.lığı Tarihi Deniz Arşivi kuruluş ve faaliyetleri
1994-1996 Tarihi Deniz Arşiv Araştırmaları ve Dz.K.K.lığı yayın faaliyetlerinin yürütülmesi
1996-1997 Öğretim yılı, MSÜ Fen-Edebiyat Fak. Eski Türk Edebiyatı öğretim üyesi ve İSAM redakte kurulu üyeliği
1997 Öğretim yılı İstanbul Kültür Üniversitesi öğretim üyesi idi. Sonra istifa etmiştir.
(2009) - (?) (Uşak Üniversitesi) Öğretim üyesi
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 14:10:34
Aldığı ödüller

Türkiye Yazarlar Birliği dil ödülü, 1989 (Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü)
AKDTYK Türk Dil Kurumu ödülü, 1990 (Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü)
Türkiye Yazarlar Birliği inceleme ödülü, 1996 (Şairlerin Dilinden)
Aydınlar Ocağı Kayseri Şb. Yılın Edebiyat Adamı ödülü, 2001
YTB Uşak Halk Kahramanı ödülü, 2001


Eserleri:

Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü
Kronolojik Divan Şiiri Antolojisi
Akademik Divan Şiiri Araştırmaları
Divan Edebiyatı
Atasözleri Sözlüğü
Müstesna Güzeller
Şairlerin Dilinden
Aşina Güzeller
Ah Mine’l-Aşk
Efsane Güzeller
Kudemanın Kırk Atlısı
Kırklar Meclisi
Şiirler Şairler Meclisler
Şi’r-i Kadim
"¦Ve Gazel Yeniden
Perişan Gazeller
Peri-şan Güzeller
İki Dirhem Bir Çekirdek
İki Darbe Arasında
Ayine
Gözgü
Tavan Arası
Kahve Molası
Güldeste
Gül Şiirleri
Hayriyye
Hilye-i Saadet
Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk
Kadılar Kitabı
Kırk Güzeller Çeşmesi
Kitab-ı Aşk
Kırk Ambar
Mir'at
Leyla ile Mecnun
Dört Güzeller
Katre-i Matem
Mevlid
İki Darbe Arasında
Şah ve Sultan

Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 14:30:12
Yazılarından seçmeler

Nerdesin ey Ömer!

Nerdesin ey Ömer!

Âdil efendiler çağıydı; çözülemezleri çözdüler, bilinemezleri bildiler, aşılamazları aştılar"¦ Yok ettiler kötülükleri ve var oldular iyilik üzre. Silinmez izler bıraktılar toprakta ve filmin son perdesinde hep birlikte öldüler.

Onlarla birlikte ölen medeniyette bir adalet yitirdik ki efsunkâr güzelliği üstüne güneş doğmayalı nice zaman oldu, aaah!.. Aslanlar kendi tarih(çi)lerini kaybedeli, avcılık öyküleri hep avcıyı yüceltir oldu şimdi.

Adalet ki ahlâkın en temel kavramı, hukukun var oluş sebebiydi"¦ Haklıya hakkını, suçluya cezasını veren emirdi o. Adalet eşitlikti ve "œDoğrusu Allah adaleti, iyilik yapmayı ve akrabaya yardımı emreder."

Bahar benzemez adalete; belki sıcağı sovuğuna, gecesi gündüzüne, yeşili mavisine eşit olduğu için bizzat kendisidir adaletin. O yüzden adaletle yapılan işler bahar sevinçleri kadar güzel gelir insana.

Adalet, tılsımlı aynalar içinde ayın bulutu yarışı gibi seyredilebilen tarihin gerçek tekerrürüdür. Engizisyon kilisesinin ateş yakan kamburu adına Dimitrios, ehramlarda taş taşıyan köleler adına siyahî İzis, agoralarda onurları zincire vurulmuş gladyatörler adına Spartaküs ve kurgubilim cyborgları adına Terminatör"¦ İhtilallerde Jan Dark ve Dreyfus"¦ Zendavesta’da Enûşek-revân (ölümsüz ruh=Nuşirevan) ve asr-ı saadette âbideler âbidesi halife"¦
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 14:30:30
Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu
Gelir de adl-i İlahî sorardı Ömer’den onu.

Adalet denkliktir; doğunun ve batının kalb şehrinde huzmelenen güzellikler kadar denklik.. Kelimelerle kirli hayatlar çizenlere fidye; ağıt dolu gözbebeklerinde aydınlıktır, akan yüreklere"¦

Adalet bir karakter bütünlüğü; belki bütün bir karakterdir. Kara çulun üstünde kara karıncayı incitmeyen mizaclarda özü sözü bir olmadır; boş meydanlarda ve tıklım tıklım bulvarlarda, ıssız dağ başlarında ve gürültülü metropollerde vakti erişmiş sırları devşiren derviş misali muhteşem. Şerefü’l-mekân bi’l-mekîn (1) sırrının özüdür, yönetir milletini, devletini, kentini, ailesini"¦ Ruhsuz moderniteye boyun eğmiş insan yüzlü teknolojiler çağında büyük bir pazara çevrilen dünyanın, en küçük pazarı ve en büyük pazarlığıdır adalet"¦ Görünmez askerleri ve sanal güçleriyle makineler köleleştirince ruhları, yarattığı makinenin yaratığı olmaya hüküm giyen insanın en son körlüğü ve en son kötürümlüğü. Adaletsiz dünyada umutsuzluğun, isyanın, şiddetin, paniğin ve yok oluşun alarmı çalıyor şimdi. Alfaların, betaların, gamaların hakkaniyetten uzak âleminde metalik ilişkiler kutsanarak bozuluyor artık dengesi insanlığın. Evrensel toplama kampının mahkûmlarına ‘adalet’ diye yalnızca gardiyanlarını seçme hakkı tanınıyor yazık ki. Ve kara zindanlara tutuklu kaldı adalet arayanlar"¦
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 14:30:50
Adalet sözdedir, kilimi kara şairlerin kalbinden lisana çıkan. Tevhid’dir, na’ttır, medhiyedir. Adalet mazlum dilinde bir âh’tır.

Adalet doğru karardır. Gerçeği bulma vaktinde intibahlar yaşayıp geceyi gündüzden, gündüzü geceden çıkaran; karıncayı ve dağı yaratan; günahı ve ecri var eden adına konuşmak ve susmaktır.

Adalet tanıklıktır. En az iki kişiden sâdır olarak gecenin zifiri kalbine doğan yıldızlar gibi âşikâr, ay kadar berrak ve gün ortasında gün kadar aydınlıktır.

Adalet tartıdır, hayatı ölçen. Ve "œİki günü birbirine eşit olan ziyandadır."

Adalet ilimdir, devamlı harcanan, hiç saklanmayan. Ortak mirasıdır insanlığın zira ve asla çatık değildir çehresi. Âlimleri susmuş bir vatan daha iyi değildir âdil sultanları yitirilmiş yurttan. İlmin adaletidir dünyayı tedvir eden ve dalkavukluğudur âlimlerin dünya adaletini yok eden.

Mâlûmdur fısk ile olmaz cihân harâb
Eyler onu müdâhane-i âlimân harâb

Adalet inançtır; her inanmışa kendi inancını reva gören. Benim ahlakıma uymayan değil, kendi ahlakına ihanet edendir ahlaksız. Sahipsizlikler arkadaşsız, çözülüşler bağsız kalınca biter direnci adaletin ve inancı zalimin.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 14:31:02
Adalet cesarettir; incir çekirdeğinden küçük haksızlıklar için zülfikâr kuşanıp son savaşlarını veren serdengeçti erlerin gözündeki son umut zerreciğidir. Şövalyelerde düello, çelebilerde nezakettir artık adı adaletin. Omuzlarında demir yıldızlara ihtiyacı olmayanların alınlarında parlar yıldızlar.

Adalet, gülün doğal rengini güle vermek, gül yaprağını gül suyuna sermektir. Oysa insan ne kadar da kendine uzak"¦ Ve insan nasıl da yarım yamalak"¦

Ah adalet!.. Özgürlükleri yok edilmiş bir toplumda o muhteşem gereksizlik"¦
Kapatın kara kaplı kitapları ve açın gönül gözlerinizi, açın!..
Dünya ona değmez ki cefasın çeke âdem
Ve adalet rûz-ı mahşerdir.

Bir makamın şerefi, orada oturandan gelir.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 14:32:29
Gözyaşı; Suyun Elem Hâli..!


Bir alev halinde düştün elime
Hani ey gözyaşım akmayacaktın?
Orhan Seyfi Orhon

Hani Refref Süvarisi’nin sözüdür: ‘‘Hiçbir damla yoktur ki o, Allah katında O’nun korkusuyla dökülen gözyaşı damlasından veya Allah yolunda akıtılan kan damlasından daha makbul olsun.’’ Gözyaşına ne diyebilirim ki!.. Dizi dizi şiir desem haksızlık olur; tane tane inci desem yetersiz kalır. Akın akın yabanlara giden de, uzak uzak sevdaları yakın eden de odur çünkü"¦ Sevgilinin geleceği yolları sulayıp süpürmek içindir o; sultanlar ayağına düşürmek içindir.

Bütün boşluklarını o doldurur ömrümüzün"¦ Söylenmedik sözler yerine o vardır yanımızda. Sevdaya dair yeminlerden sonra ve gülleri saran dikenlerden önce o vardır. Zamandan geriye düşmüş acılar için, manada biçimleri yitiren sancılar için; aynalarda eriyen sırlardan taşarak, ucu kıyamete çıkan asırları aşarak; gerçekten daha gerçek kelamlarda, ve Güzeller Güzeli’nden vuslat müjdeli selamlarda hep o vardır, hep o vardır"¦

Bir gözyaşı, gül mevsiminde güle karşı akarsa aşk olur adı; sevgiyi damıtır en derin yerinden. Suçlardan sonra tenha gecelerde akarsa tövbedir tadı; gönülleri arıtır en kara kirinden. Bir gözyaşı, bir cevherdir, ateşten kaynayan. Özü sudur ama avuçta bir yalım, gönülde bir yangın olur. Bir ateştir aslında o, dumanı ah ile çıkan. Onun içindir ki yıkayarak yakar, yakarak yıkar. Arıtır ve eritir; temizler ve gizler"¦ Fazilettir, diyettir"¦ Bu yüzden denilir ki, gözyaşı yiğitler kârıdır ve civanmertler vakarıdır.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 15:05:36
Şaire unuttuğu mısrayı bir gözyaşı hatırlatır, şehrazat acılarını gözyaşıyla anlatır. Sancılı damarlarda ölümcül çılgınlıkları gözyaşıdır okuyan ve toplasanız gözyaşlarını âşıkların, dalgalı bir deniz olur. Gözyaşı ki, kişinin kendisiyle kavgasının sonunda akarsa tomur tomur mercandır; ve eğer pişmanlıklarla tartılırsa mübarek bir heyecandır.

Ağlamayı ibadet sayan bir medeniyetin çocuklarıyız biz. Çünkü ağlamak Hakk’a tevazu göstermenin şiddet halidir. Üstelik tıbben de yararlıdır. En azından ülserin koruyucu hekimi sayılır. Ağlama esnasında gözyaşıyla birlikte salgılanan ‘‘lyzozyme’’ adlı maddenin vücuttan atılması sağlıklıymış. Aksi takdirde kanda kalırsa mideyi tahriş edermiş. Ve kadınlar sık ağladıkları için pek ülser olmazlarmış.

Şaire kulak verelim yine:

Tohumu eken bilir
Gözyaşın döken bilir
Gül kadrin diken değil
Çileyi çeken bilir
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 15:06:25
Aşk dediğin mahremdir"¦

Bir hikaye anlatalım ve sükût edelim:

Leyla’ya sormuşlardı hani bir gün, "œSen mi Kays’ı daha çok sevdin; yoksa o mu seni?" diye.

"œElbette ben onu daha çok sevdim!" demişti Leyla, Kays adını duyar duymaz gözünden yaşlar boşanarak, "œElbette ben onu daha çok sevdim!"

"œNedir delilin, nasıl ispat edersin onu daha çok sevdiğini, üstelik o senin için çılgınlığa varmış, aklını yitirmiş mecnun olmuşken?"

O vakit Leyla ağlayarak: "œDostlar!.." demişti, "œsırdır ki gizli gerektir, sevgilinin adını dile düşürmek hakikatte ayıptır. Kays bir dağ delisi gibi davrandı, gitti sahralarda çöllerde aşkımız ona buna anlattı, ben kimseciklerle paylaşmadım onun sevgisini, içimde büyüttüm, büyüttüm, büyüttüm"¦ Budur ki benim onu daha çok sevdiğime delildir."

- Mecnun kime anlattı aşkını Haminneciğim?

- Kurtlara, kuşlara, dilşeker’im, yalnızca ağzı var dili yok kurtlara kuşlara. Buna rağmen sırlarına halel geldi, sevdaları dillere düştü, şiirlere nakış oldu.

Sevgi dediğin, aşk dediğin mahremdir, dile getirmek mahremine halel getirmektir"¦
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 15:45:13
Fakirliğin ihtişamı

Vaktiyle Fuzuli üstad, bütün beşeri hayatını imbikten geçirip yüreğinin olanca duyarlılığıyla bir şiir ipine bir dize inci dizmiş.

Kimden incinerek söylediği, hangi tavra başkaldırı için terennüm ettiği, nasıl bir halet-i ruhiye içinde bu dizeyi diline doladığını bilmiyoruz; ama bütün zamanlarda onun bu söylediklerini tekrarlayacak nice nice kaderdaşları olduğunu, söylediği dizenin bütün zamanlar içinde yeniden anlam kazanarak birileriyle kendisini dert akrabalığına sevk ettiğini kestirebiliyoruz. Dize hem çok veciz, hem de bir belagat numunesi:

Fakîr-i pâdişeh-âsâ gedâ-yı muhteşemem

Demek olur ki, "Fakirim ben, ama padişah gibi bir fakir; bir dilenciyim; ama muhteşem bir dilenci..."

Üstad bu dizeyi nasıl bir ortamda ve hangi şartlarda söyledi bilemiyoruz; ama ihtimaldir ki birileri kendisini hor ve hakir görmüştür de onlara isyan babında söylemiştir. Bu durumda dizenin yorumunda bir başkaldırı havası sezilir. Hani birileri tarafından hakir görülen veya dayatmalara uğratılan kişinin, özgürlük ruhunu ortaya çıkarıp isyanını bir tokat gibi muhatabının yüzüne çarpması gibi... Kim bilir, zalimin yüzüne bu dizeyi haykırmak ne derece büyük bir ferahlık verir insana!.. Şöyle dese mesela; "Ey beni hor gören, ey beni kendinden aşağılara atıp kişiliğimi çiğneyen; ben her ne kadar bir dilenci gibi yaşıyorsam, dilenci misali güçsüz ve korumasız durumdaysam, kaderin beni dilenci konumuna düşürmesinden dolayı acınası haldeysem de, sakın aldanma ki bu benim dış görüntüm, suretim, madde olan yanımdır; oysa içim, ruhum ve mana olan yanım senden daha zengin, daha ihtişamlı!.. Evet ben bir gedayım, ama mazlum bir geda!.."
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 15:45:42
Üstat, ihtimaldir ki bu dizeyi içindeki hüzünlere bir sitem için dillendirip felekten şikâyet eylemiştir. Bu durumda dizenin yorumunda (bir önceki isyanın aksine) bir merhamet hissi öne çıkacaktır. Hani insan fakir olabilir, mümkündür; ama padişahçasına bir fakir olmak, çok daha kahredici olmalıdır. Çünkü padişahın fakirliği para pul hesabıyla değil, sevgi ve ilgi azlığıyla ölçülür. Kişinin hem padişah, hem fakir olması elbette tenakuzdur. O halde şair fakrın yönünü değiştirmiş olmalı ki onu somuttan soyuta yükseltebilsin. Böyle bir fakirliği de Allah kimseye vermesin!..

Belki de üstat bu dizede, insanlara şairaneliğinin gücünü hatırlatmakta ve şiir vadisindeki müstesna duruşuyla kendini bir sultan hissettiğini, böylece maddi fakirliğinin verdiği burukluğu kapatacak bir teselli yolu bulduğunu söylemektedir. Belki de "Ey bana tepeden bakan nadan! Ben gerçi maldan mülkten zengin değilim; ama sözden ve manadan yana öyle bir sultanım ki ihtişamıma değme padişah erişemez!" demeye çalışmaktadır.

Bütün bunlar bir yana, ben zannediyorum ki üstadın "Fakîr-i pâdişeh-âsâ gedâ-yı muhteşemem" demekten asıl maksadı, padişahlığa tercih edilebilecek bir fakirlik övgüsünü bize tanıtma gayretidir. Çünkü "fakir" kelimesini Efendimiz'in "el-Fakru fahrî! (Fakirliğim övüncümdür / Fakirliğimle övünürüm)" hadisinden ödünç aldığını (iktibas ettiğini) düşünüyorum. Bu durumda dizenin anlamı aşağı yukarı "Ben fakirlikte padişahlık bulmuşum, maddeye karşı fakirleştikçe manada sultanlık yaşarım; dünyayı tıpkı dilenciler gibi bir lokma kabul ettiğim içindir ki manevi hayatım muhteşem bir zenginliğe sahip!.." mealine bürünecektir. Böyle bir fakir için malın mülkün, dünya nimeti ve imkânlarının ne önemi olabilir ki!?.. Sayısız hanları olsa sevinmez, sayısız hamamları elden çıksa üzülmez... Ruhunda sultan gibi yaşayanın elinde dilenci kâsesi olmuş, ne gam!.. Gönlünde sultan olanın hanesi tamtakır olsa ne keder!.. Sultan ki gönül evindeyse başka zenginlik ne hacet!..
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 15:46:01
Gönül sultanı dilencisine (Gani olan, fakir olana) dese ki, "Ben olmasam ve her şey senin olsa, sen hiçbir şeye sahip değilsin!.. Ben olsam ve hiçbir şeyin olmasa, sen her şeye sahip değil misin?" Dilenci gönül sultanına (fakir olan, Gani olana) dese ki: "Sen olsan da isterse hiçbir şeyim olmasa!.. Her şeyim olmasa da, yeter ki sen olsan!.." Rabiatü'l-Adeviye ne diyordu: "İlahî!.. Sen dost ol da isterse bütün âlem düşman olsun bana!.."

Fakirliğe tahammül, zenginliğin nimetine şükürden daha kolaydır. En azından fakirlik insanı yoldan çıkarmaz, ama zengin olup da nefsinin azgınlıklarına hâkim olabilen babayiğit az görülür. Atalar, "Allah az verip bezdirmesin; çok verip azdırmasın!" sözünü boşa dememişlerdir. Cennetin yolları hep bedavadır da, cehennemi nedense parayla satın alırız. Önemli olan zengin olup fakir gibi yaşayabilmektir.

Allah size saraylar, kaşaneler versin de o saraylarda bir fakir kul gibi yaşayın! Çünkü insanoğlu dünyada fakirden de fakirdir ve fakirlik idrakiyle kulluğunu devam ettirdikçe eşref-i mahlukattır. Oysa fakirliğini terk edip zenginliği elde ettiği ve içselleştirdiği zaman Karun veya Nemrut olma tehlikesi vardır.

Canına rahmet Fuzulî, ne güzel söylemişsin: Fakîr-i pâdişeh-âsâ gedâ-yı muhteşemem.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 15:49:24
İnsan bir kere sevmeye görsün


Her ne vakit gurbete gitsem ve özlemle yeniden İstanbul'a dönsem, içimden hep Hacı Bayram dilinden şu mısralar geçer. "Nâgehân bir şâra vardum / Ol şârı yapılur gördüm / Ben dahi bile yapıldum / Taş u toprak âresinde". Bu şehir insanı tam da kalbinden yakalıyor galiba, mekân ruhumuza şekil veriyor.

Şu İstanbul'da benimle aynı duyguyu paylaşan kaç milyon insan yaşadı kim bilir. Söz gelimi Busbecq daha XVI. yüzyılda "İstanbul Allah'ın özenerek yarattığı bir şehir. Öyle bir mevkide kurulmuş ki, bundan daha güzel, daha uygun bir yer düşünülemez." derken acaba bu şehirden nasıl ayrılıp gitti?!.. Çünkü zannederim bu şehre bakarken bir imparatorluk görmüş, o heybetle seyretmiş olmalı. Tıpkı şimdi bizim bakarken gördüğümüz gibi.

Boğaziçi Köprüsü'nden her geçişte iki yana bakar ve iç geçirerek "Allah'ım inşallah bu şehre hiç nazar değmesin!" diye yakarırım. Geçen yüzyılda Alphonse de Lamartine bir dostuna yazdığı mektubunda "Dünyaya yalnız bir kere bakmak zorundaysan sadece İstanbul'a bak!" diyor. Onu anlayabiliyorum. Avrupa ile Asya arasında bir sınır gibi çizilen lacivert yolda birkaç dakikalık seyir bile bu şehrin ruhunu anlamanıza yeter çünkü. Şehir olma ruhu buradan hiç kaybolmasın diye İstanbul'dan "kent" diye bahsedenlere hep muğber olmam da bu yüzden.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 15:49:41
İstanbul'un fethini takip eden günlerde Aynî mahlaslı bir şair "Şehr-i a'zam kim binası gerçi mâ u tîndedir / Ya onun üstündedir cennet yahut altındadır / Bu haber kim söylenir hem zahir ü batındadır / Revnakı bu kâinatın şehr-i Kostantin'dedir (Bu ulu şehrin temeli -tıpkı insan gibi- su ile çamurdan yoğrulmuş. Cennet olsa olsa onun ya altındadır, ya üstünde... Herkesin gizli, açık, dilden dile söylediği bir gerçektir ki bu cihanın en güzel yeri İstanbul şehridir)" buyurmuş. Aynı duyguyu bu sefer bir yabancı, Napolyon, tam dört yüz yıl sonra "Dünya eğer tek bir devlet olsaydı, başşehri İstanbul olurdu." şeklinde dillendirmiştir. Öte yandan XVIII. yüzyılın şen şakrak şairi Nedim "Bu şehr-i Sitanbul ki bî-misl ü bahâdır / Bir sengîne yekpâre Acem mülkü fedâdır (Bu İstanbul şehri eşi benzeri olmayan bir şehirdir; öyle ki, bütün yabancı ülkeleri toplasanız onun bir tek taşı etmez.)" dedikten sonra "Kâlâ-yı maarif satılır sûklarında / Bâzâr-ı hüner ma'den-i ilm ü ulemâdır (Çarşılarında bilgelik kumaşı satılır, hüner pazarı kurulur... Toprağı ilim ve ulema ocağıdır)" buyurur. Sonra dayanamaz, "Bir gevher-i yekpâre iki bahr arasında / Hurşîd-i cihântâb ile tartılsa sezâdır (İki denizin arasında bir inci ki, terazinin bir kefesine bu inciyi, diğerine güneşi koysanız layıktır)" diye haykırır. Bugün elimizde ne Nedim kadar bu şehri seven İstanbullular kaldı, ne de marifet çarşılarında bilgelik kumaşının satıldığı o İstanbul. Peki ama Nedim eğer İstanbul'un bu halini görseydi hangi teşbihleri yapar, neler söylerdi? Hâlâ eski fikrinde olur muydu? Zannetmiyorum. Ama yine de övecek ve sevecek çok yerini bulurdu. Söz gelimi eğer Boğaziçi Köprüsü'nü ve Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nü akşam kızıllığında görseydi, bir yanda beyaz, diğer yanda kırmızı ışıklar ile inci ve yakutu yan yana dizdiği gerdanlıklardan başlayıp herhalde yüzük kaşına, iki kıtanın kulağındaki küpeye ve daha kim bilir hangi mücevherlere benzetirdi. Işıl ışıl bir fanusa alınmış gibi duran Boğaçizi'nin gece manzaralarını nasıl yıldız yıldız tanımlardı kim bilir?!..
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 15:50:48
Bugün artık Nedim devrindeki gibi bir İstanbul'umuzun olmayacağı aşikâr; ama hiç olmazsa bu İstanbul'un güzelliklerini dile getirecek bir Nedim'imiz olsaydı. Çünkü o bizim her çağda "Aziz İstanbul"umuzdur. Ne yapsak, ne etsek onsuz olamayız. Hatta gittiğimiz her yere onu içimizde götürürüz. Ümit Yaşar'ın dediği gibi: "İnsan bir kere sevmeye görsün, anladım / Nereye gidersen git, orada İstanbul"

ŞEHİR VE KÜLTÜR: İSTANBUL

Keşke her şehrin bu isimde bir kitabı olsa: Şehir ve Kültür: Ankara, Şehir ve Kültür: Erzurum, Şehir ve Kültür: Uşak... O şehir hakkında eli kalem tutanlar yazılar yazsalar. Bu yazılar o şehre ilişkin tarih olsa, estetik olsa, edebiyat olsa, mimari olsa, sanat olsa, sosyoloji olsa, turizm olsa, yemek olsa, ticaret olsa, olsa... olsa... Sonra da bu kitaplar o şehrin okullarındaki öğrencilere ücretsiz dağıtılsa, okutulsa, üniversitelerinde ders olarak işlense. Kuşaklar da böylece yaşadıkları mekânların farkına varsalar. Farkına varsalar da kimliklerindeki hamurun tuzunu keşfetseler. İstanbul'daki kırkı aşkın üniversitede ders kitabı olarak okutulmak üzere hazırlanan "Şehir ve Kültür: İstanbul", bütün bunları iki kapak arasında toplayan seçkin bir çalışma. Emeği geçen herkese teşekkür gerekiyor. Bilhassa Ahmet Emre Bilgili'ye...
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 15:51:31
Bir yeni yıl rüyası


İstedim ki yeni yılı kitapla açalım ve önümüzdeki bir yıl içinde hayatımızın akışını değiştirecek bir karar için kitapla olan ünsiyetimizi geliştirelim.Önce bir rüya görelim ve düşünelim ki bir kitap dostuyuz!..

Olamaz mıyız? Yok, hemen olumsuz düşünmeyin. Belki o dostluktan kazancımız olur. O halde gelin ilk adımı biz atalım. Bir kitap, bir kitap daha, bir kitap daha... Alarak, okuyarak, hediye ederek... Israrcı ve kararlı olmamız için sebeplerimiz var. Bizi daha bilgili, daha kültürlü görmek isteyen çocuklarımız, çevremiz, dostlarımız var.

İkinci aşamada bir yakınımızı, bir tanıdığı kitap dostu yapmak için niyet taşıyabiliriz. Söz gelimi bir yıl boyunca topluca kitaplar okuyabilir, dostlarımıza kitaplar hediye edebiliriz. En azından ellerimiz kitap alıp vermeye alışır. Okumasak bile okuyacak birilerine kitap takdim etmek, onları kitaplarla dost kılmak az şey midir?!.. Bunun çok da masraflı bir yol olduğunu düşünmüyorum. Hayırlarımızı kitap cinsinden yapsak bile kitaba bir bütçe ayırabiliriz zannederim.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 15:51:52
Kahvehanelerin adını bu yıla mahsus olarak eskisine döndürüp kıraathane (okuma evi) yapsak!.. Bunun için kampanyalar düzenleyip mahallemizin en az bir kahvehanesinde iki raf da olsa bir kitaplık oluştursak. Bunu işyerlerimize, hapishanelere, hastanelere yaysak ve bizimle çalışan insanlar bize baktıklarında kitabı hatırlasalar!.. Ne olur yani bir banka, bütün şubelerinde mudilerinin beklediği bölümlere hediye olmak üzere birkaç çeşit koysa. İşyerleri özel günlerinde çalışanlarına kitap setleri (ebeveyn için, çocuklar için, misafirler için) hediye etse. Ünlü restoranlar müşterilerine hesap pusulasıyla birlikte ücretsiz kitap sunsa (ve kitabın ücretini isterse gizlice faturaya ilave etse). Bütün çiçekçiler çiçek alanlara bir de kitap verse; bütün çiçek verenler çiçekle birlikte birer kitap da verseler. Şehirlerarası toplu taşıma araçlarında yolculara kitaplar sunulsa. İlaç şirketleri duvar saatlerinden, işe yaramaz döküntü hediyelerden vazgeçip bir yıl boyunca promosyon olarak kitap dağıtsa. Oteller ve hastaneler yatakların baş ucuna kitaplar koysalar. Kreşler çocuklar için kitap şeklinde oyuncaklar üretseler, oyuncaktan kitaba geçiş yapsalar. Sahi ne ziyanı olur, bayram şekerleri yerlerini kitaplara bıraksa; hediye götürülür veya gönderilirken paketlere birer kitap da konsa!.. Hükümet üyeleri ve parlamentoda herkes bir kitap okuma/okutma, alıp/verme geleneği başlatsa!.. Sayın Cumhurbaşkanımızın ve Başbakanımızın eşleri hanımefendilerden birinin öncülüğünde bir kitap açılımı başlatılsa da kızlarımız, anne adaylarımız, annelerimiz geleceğimizi bilgiyle şekillendirseler. Ve nihayet ortaöğretimde okullar ve öğretmenler okuma saatlerinin içeriğini dolu tutsalar, ÖSS okunacak Yüz Temel Eser'den sorular sorsa, üniversiteler senato kararları alıp öğrencilerine kültürel kitap okuma dersleri (seçmeli ve kredili) koysa... Velhasıl sa... sa... sa.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 15:52:09
Bir kitap hayatımıza ne katar, kendinize sorun lütfen!.. O zaman bütün bu söylediklerim yalnızca bir rüya olmaktan çıkacak, biz kitap okuyan birinci sınıf bir toplum olacağız. Belki de kişisel ve toplumsal pek çok sancımız son bulacak, kazancımız artacak.

Bence sizin hiçbir mazeretiniz bu rüyayı gerçekleştirmenize mani değildir; yanılıyor muyum? Herkes kendi miktarınca günde bir kitap, haftada bir kitap, ayda bir kitap, hiç olmazsa her mevsimde bir kitap, o da olmazsa 2011 yılında bir kitap okuyabilir veya hediye edebilir. Hem okuyup hem hediye edebilir olmak da mümkün elbette. Gelin 2011 yılını rüyada geçirelim.

Yeni yılınız bereketli ve hayırlı gelsin; günleriniz kitap, yılınız kütüphane olsun!..
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 15:52:31
Ne okuyalım?

2011 yılının kitapla dostluklarını başlatmak için işte benim seçimim olan birkaç kitap: Nazan Bekiroğlu'ndan "Yol Hali", Sibel Eraslan'dan "Çöl/Deniz: Hz. Hatice", Perihan Mağden'den "Ali ile Ramazan", Ahmet Ümit'ten "İstanbul Hatırası", Selim İleri'den "Bu Yalan Tango" ve Ece Temelkuran'dan Beyrut hüzünleri taşıyan içli "Muz Sesleri"... Şiir okumayı sevenler Ömer Erdem'in "Kireç"ini bir kenara kaydetsinler. Aktüel hadiselere bakış açısını değiştirmek isteyenler de Şamil Tayyar ile Mehmet Baransu'nun heyecanlı kitapları arasında mutlaka dolaşmalı. Güzel bir hatırat için de Sargon Erdem'in "Tövbenin Tadı" adlı eseri fevkalade yararlı.

Bu kitapların herhangi birini okuyarak 2011 kitap rüyasına dalabilirsiniz. Ama rüya yerine gözleriniz açık olsun istiyorsanız "Bir Liderin Doğuşu: Recep Tayyip Erdoğan" kitabını mutlaka okumalısınız. Geçtiğimiz bir yıl içinde beni en fazla etkileyen birkaç kitaptan biriydi bu. Hüseyin Besli ve Ömer Özbay'ın hazırladıkları lezzetli, heyecanlı bir kitap. Nefes kesici bir öyküyle başlayıp bir liderin hangi şartlarda lider olduğunu zarif, kavrayıcı, kuşatıcı bir üslupla anlatıyor. Kitabı okuyunca Sayın Başbakanımızın "delikanlı"lığına da, liderlik yeteneğine de hayran kalıyorsunuz ama daha da önemlisi Sayın Emine Erdoğan'ın inandığı davaya katkılarındaki kararlılık ve gayretini görüyorsunuz. Bu kitapta eskilerin ifadesiyle "müstakîmü'l-hâl (dosdoğru bir istikamet üzre, vizyoner, çalışkan ve elbette dürüst)" bir Tayyip Erdoğan ve Emine Erdoğan portresi var. İbret için ve örnek alınmak üzere...(Meydan Yayınları, 0212524 7 524). [email protected]
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 15:53:57
2010'da Edebiyat


Bir yıl geride kaldı. Yerlisi ve yabancısıyla pek çok eserin yazıldığı, yayımlandığı, okunduğu bir yıl. Ama kitapçı vitrinlerini daha ziyade vampir hikâyeleri doldurdu.

Üstelik bu kan emicilerin hepsi çok karizmatik, çok sevecen, çok yakışıklı ve iyi kalpli gösterilmekten memnunlar. O kadar ki Tolstoy'un Anna Karenina'sı veya Tanpınar'ın Mümtaz'ı onların yanında uzaylı gibi duran karakterler. Edebi eserden ziyade eğlencelik okuma malzemesi gibi.

Yayıncı kuruluş ve meslek birliklerinden edindiğim verilere göre bu yıl da yine en fazla klasiklere rağbet edilmiş. Batı klasikleri kadar doğu klasikleri de yayınlananlar arasında üstelik. Hüseyin Rahmi, Refik Halit, Orhan Kemal isimleri ise bu serinin yerli uzantıları. Ahmet Günbay Yıldız yine liste başında bir satış grafiği çizmiş. 2010'da daha önce çevrilmemiş bazı kitaplar, bir ihtiyaç gibi alıcı bulmuş. Cervantes'ten "Çingene Kızı", Aku Tagava'nın, "Rashomon"u bunlardanmış. Unutmadan söyleyelim, Nobel'li yazarların yeni kitapları da dilimize hızla çevrilenler arasında. Doris Lessing'in "Hayatta Kalma Güncesi", Mario Vargas Llosa'nın "Elebaşılar, Hergeleler", Jose Saramago'nun "Kopyalanmış Adam" eserleri bu serinin ürünleri. Ve elbette Necip Mahfuz'un adını anmalıyız: "Cebelari Sokağı'nın Çocukları, Miramar, Başkanın Öldürüldüğü Gün, Serap, Düğün Evi..." Hepsi de bestseller olmadan okuyucuyu doyuran romanlar. İsmail Kadare'nin "Ölü Ordunun Generali" ile Sadık Çubek'in "Sabır Taşı" adlı görkemli eserleri ise bu yılın en rağbet görenleri olmuş. Okumanızı tavsiye ederim. "Ye, Dua et, Sev" herhalde yılın en iyi çeviri kitabıydı. Filmi de onu destekledi üstelik.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 15:54:24
Sevindirici bir durum; 2010'da yerli romanların sayısında büyük bir yükseliş görülmüş. Aralık bitmeden 570'i aşkın roman ile bütün zamanların rekoruna ulaşılmış mesela. Tatil günlerini hesaptan düşersek neredeyse her güne iki roman düşüyor. Bunlar içinde en ziyade tarihî romanlar okundu, tarihe dokunanlar ilgi gördü diyebiliriz. Ahmet Ümit'in İstanbul Hatırası ile benim Şah Sultan bunun göstergesiydi. Ötüken'den çıkan Peyami Safa'nın Attila'sı, Bekir Büyükarkın'ın Kervansaray'ı, Geceyarısı ve Bozkırda Sabah'ı ve Yılmaz Gürbüz'ün Balkan Acısı, Timaş Yayınları'ndan Okay Tiryakioğlu'nun IV. Murat, Kanuni, Kumandan, Kuşatma, Yavuz gibi kitapları, İsmail Bilgin'in 57. Alay: Çanakkale ve Galiçya'sı da bunlardan. Ve bir de damakta mistik tad bırakan romanlar var. Elif Şafak'ın "Aşk"ı ile Sinan Yağmur'un "Aşkın Gözyaşları" gibi. Adında aşk olan kitaplar bu yıl daha çok sattı nedense. Galiba toplum hakiki aşkı aramaya çıktı da bir türlü ona ulaşamıyor.

Ülke genelinde okuyucu polisiye roman okumanın tadını çıkardı diyebiliriz. Elbette Dan Brown çevirileri yine göz önündeydi. Celil Oker'in komiserine de bir hayli iş düştü. Osman Aysu yine okuyucusunu çok meraklandırdı. Murat Somer ve Hikmet Hükümenoğlu ile Nurdan Başergil de polisiyede önemli çalışmalara imza attılar.

Bütün zamanların ölümsüz yazarları da okunmaya devam etti elbette. Cemil Meriç, Tanpınar, Peyami Safa ve diğerleri... Tanpınar adına bir hafta süren bir etkinlik bile düzenlendi ve eserleri yabancı dillere çevrildi.

Edebiyat dışı eserler arasında Hanefi Avcı'nın "Haliçte Yaşayan Simonlar" ve Mehmet Baransu'nun kaleminden çıkan eleştirel karakterli "Mösyö" çok satanlar arasındaydı. "İki Darbe Arasında" ile Şamil Tayyar'ın "Çelik Çekirdek"i Türkiye'nin derin ilişkilerine dair 2010 kitapları oldu.

Ve elbette 2010 yılında da Safahat en çok okunan kitap idi.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 15:55:06
Şeyh Galib ve Avatar

Şeb-i Arus vesilesiyle birkaç Mevlevi şairin divanı elimizin altındaydı geçtiğimiz günlerde. Galata Mevlevihanesi şeyhi Galib Dede'nin bir gazelinde bizi hayrete düşüren bir beyte rastladık.

Buyuruyordu ki;

Rüstemiz, şeh-nâme-i i'câza verdik sûreti

Hâme-i câdû meğer esb-i mutalsamdır bize

Aşağı yukarı şöyle demeye getiriyor: "Zaloğlu Rüstem dedikleri kahraman şimdi biziz ve herkesi aciz bırakan, herkese parmak ısırtan şah eseri şimdi biz ortaya koyduk. Çünkü (cadı misali) büyüler yapan kalem bizim elimize geçince tılsımlı bir ata dönüştü ve sayfalar üzerinde dört nala koşmaya başlayıp mucizevi kahramanlık sahneleri yazdı."

Belki hatırlayacaksınız, 2010 yılının en çok konuşulan ve hayranlıkla izlenen filmi, üç boyut teknolojisinin şahikası sayılan Avatar idi. Ben yukarıdaki beyti okurken Avatar'ın lâ-teşbih Sidretü'l-Münteha'yı ve Tûbâ ağacını çağrıştıran Pandora'sını yeniden seyreder gibi oldum. Çünkü canların aynileşmesi (binek ile binicinin birbirleriyle bütünleşmesi; tamamlanması) sonucunda binicinin zihni bineğin iradesine hükmetmeye başlıyordu. Tıpkı Şeyh Galib'in elindeki kalem ile bütünleşip onun belagat dolu kalbine hükmetmesi gibi. Yani bundan ikiyüz küsur sene evvel, "cadıların büyülü kalemini ele geçirdik, onu tılsımlı bir at gibi koşturuyoruz" diyen şair Sebk-i Hindî ustalığını göstermekten öte eşyanın ruhuna inerek ona hükmedebildiğini bize anlatmaktadır. Bugünün fantastik romanlar ve filmler çağında onun söylediklerine fazla da yabancı sayılmayız aslında. Mamafih bir yandan eski velilerin kerametlerine yoz bakarken öte yandan olağanüstü halleri yalnızca Hollywood yapımı filmler ve Harry Potter sayfalarındaki ucubelerden tanıyan genç kuşaklar belki de bu beytin derin dünyasına girseler,
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 15:55:26
Şeyh Galib'in kerametlerle yoğrulmuş zihnindeki fantastik unsurların çözümlemesini yapabileceklerdir. Çünkü o, Firdevsi'nin ünlü eseri Şehname'de geçen Rüstem-i Zal hikâyesinden yola çıkarak söz söylemedeki yiğitliğinin ne derece yüksek olduğunu, söylediği şiirlerin birer şahesere dönüşüverdiğini, kendisine kulak verildiği takdirde okuyucuyu kemale erdirip yükseltecek manalar saçtığını övünerek anlatıyor. İlla ki onun övünmesi kuru bir fahriye veya nefsî böbürlenme değil, ait olduğu medeniyetin, içinde kimlik bulduğu kültürün, imanını ortaya koyduğu tarîkin büyüklüğü adına bir övünmedir. Zaten bunun için tekil (benim) değil çoğul (biziz) kişi zamiri kullanıyor. Kendisini bir misyonun sözcüsü olarak gördüğü içindir ki, "biziz" diyor. Bu "biz"in içinde İran şairlerine karşı bir duruş da mevcuttur ve onlara "yazdığımız şiirler ile "i'caz" şehnamesini bizim öykülerimiz doldurdu, onu biz görünür ve bilinir kıldık; bizim sayemizde şimdi bu Şehname oluşuyor." mesajıyla sesleniyor. Bunun için tılsımlı kalemi ele geçirdiğini (Türk şiirinin İran şiirini geride bıraktığını), bu tılsımlı kalemi at gibi şahlandırdığını da ilave ediveriyor: "Gerçi biz Rüstemiz, illa ki suretimizi mucizeler Şehnamesi'ne verdik, onunla bütünleştik. Madde iken mânâ olduk, sayfalara dökülmeye başladık. Elimizdeki kalem tılsımlı bir ata dönüştü, şimdi mucize koşular yaparak mucizeler söylüyorum."

Hatırlayın, Avatar filminin kahramanı olan askerin sakat bir madde (Pandora'ya saldıran acımasız bir asker) latif bir de mânâ (Pandora'da yaşayan latif canlar arasına karışmış ruh) hali var. Mânâ (latif) boyuta geçtiğinde orada kendisine efsanevi bir binek (Anka veya Burak) ediniyor ve saçlarıyla bineğin yelelerini birbirine bend edip soyut alemde bineği ile bütünleşiyor, o andan itibaren bineğine zihniyle hükmedebiliyor, binek onun düşünceleriyle hareket edip (aynîleşerek) hedef birliği sağlanıyor. Galip Dede'nin yukarıda söylediği şey, işte tam da budur. Söz kahramanlığına soyununca kalem elimizle bütünleşti, parmağımızdan biri oldu ve tılsımlı bir at gibi düşüncemizin gitmek istediği her yere koştukça koştu...
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:12:48
Avatar'ın binicisiyle bütünleşen Anka'sı, binicisinin düşüncesine tabi oluyor, onun zihninden geçen yerlere gidiyordu. Burada can alıcı nokta, kalemin mucizeye suret veriyor olmasıdır. Bu ifadeden "Biz kalemimizle mucizeler gösteren bir söz peygamberiyiz!" işmarı anlaşılabileceği gibi, "Biz soyut olanı (mucize) surete (madde) büründürüyoruz, onu elle tutulur, gözle görülür kılıyoruz!" ifadesi de çıkartılabilir.

Çocukluğumdan hatırlarım, eskiden kalem (divit) olarak kullanılan kamışlar, çocuklar için bir oyuncak sayılırdı ve hemen her çocuk su kenarlarından kesilmiş bir ney kamışını at gibi iki bacağının arasından sürüyerek "dı-gı-dık; dı-gı-dık..." ağaç ata binerdi. Şair bu beyitte kalem ile at kelimelerini bir arada bulundurarak söylediklerini bir kat daha pekiştiriyor ve "bizim için mucizeye suret vermek, mânâyı söz ile görünür kılmak (maddeye büründürmek) çocukların ağaç ata binmeleri kadar basittir, çocuk oyuncağıdır" demeye getiriyor. Ve unutmayalım ki Şeyh Efendi bunu kibirle övünmek ve şairliğinin derecesini iyi anlayalım diye değil, bilakis söylediklerindeki incelikleri anlayalım ve ona göre kulağımıza küpe yapalım diye söylüyor; yoksa bir şeyh efendiye kibir isnadı ne mümkün!?..
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:13:47
Hâtır-ı uşşâka düşdü macerâ-yı Kerbelâ


"Bism-i Şah, Allah Allah!..Salavatullah ya Hüseyn... Selamullah ya Hüseyn... Şehidullah ya Hüseyn... Cennetullah ya Hüseyn.... Erenler himmetine, er Hak Muhammed Ali'nin aşkına... İmam Hüseyn Efendimiz'in savm-ı atşanına (susuzluk orucuna) ve Kerbela'da şehid olanların ervah-ı tayyibelerine ve niyet-i matem Hz. Fatıma Zehra'nın şefaatine..."

Aşure ayındayız. Adem'in tevbesinin kabulünü, Tufan'ın son bulup Nuh Nebi'nin gemisinin karaya çıkışını, Musa'nın Firavun zulmünden ve İbrahim'in Nemrut ateşinden kurtuluşunu, Süleyman'ın tevbesi ve Eyyüb'ün şifa buluşunu harmanlayan günde... Ne ki bunca sevince karşılık ciğer yakan bir gün de... Bayramdan ziyade matem gününde... Süslenmeyi, gülmeyi, sevinmeyi bertaraf edip oruç tuttuğumuz günlerde... Ve içine on hububat katarak pişirdiğimiz aşure ile orucumuzu açtığımız onuncu günde...

Aşure deyince akla Kerbela gelir, susuzluk gelir. Altı aylık bebek dahil 73 canın, gürül gürül akmakta olan Fırat'a baka baka meleyen kuzular misali susuz bırakılması gelir. Zulüm ve acımasızlık gelir, ondört asırdır onların haline ağlamak ve yas tutmak gelir.

Ehl-i Beyt'ten beşinci, Oniki İmam'dan üçüncü ve iki kutlu güzelden biriydi o. Sadefinde bir inci, kozasında bir kelebekti. Efendiler Efendisi'nin dizinde büyüttüğü, üstüne titrediği "dünyada benim güzel kokulu fesleğenlerimdir" dediği iki ciğerparesinin küçüğü idi. Çocuklukları Hz. Peygamber'e neşe ve sevinç kaynağı olmuştu.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:18:02
"Kenzü'l-Garaib" adlı kitapta yazar ki ashaptan biri, avda bir ceylan yavrusu yakalamış Hz. Peygamber'e hediye etmişti. O da ahuyu Hasan'a verdi. Hüseyin bunu duyunca çocukluk heyecanıyla, "Dedeciğim! Bana da bir ahu ver!" diye ağlamaya başladı. Hz. Peygamber ne cevap vereceğini düşünürken çölden bir ceylanın, yavrusunu önüne katmış hızla gelmekte olduğunu gördü. Huzura varınca da ceylan dile gelmişti: "- Ya Rasulallah!. Allah bana kereminden iki yavru bağışladı. Lakin birisini avcı yakaladı ve benden ayırdı. Ciğerimin yangınıyla elimde kalanı emzirirken kulağıma bir ses erişti ki; 'A ceylan, diyordu, üzülme ki bir yavrun Hasan'a hediye edildi, diğerini de sen Hüseyin'e ver ki gönlündeki kederin tamamen silinsin!' İşte yavrum ya Rasulallah, bununla Hüseyin'i sevindir ki ben de sevineyim!"

"Mesâhibü'l-Kulûb" adlı kitap da der ki; Hz. Hüseyin, Kerbela sahrasında susuzluğunu gidermek için yarım bir elmayı ısırırdı. O elma, bir nar ve bir ayva ile birlikte Cebrail tarafından getirilip Kâinatın Efendisi Muhammed Mustafa'ya sunulmuş, o da Hüseyin ile Hasan'a "- "Yavrularım, bu meyveleri anne ve babanıza götürün ve birlikte yiyin. Fakat her birerinden birer parça ayırın!" buyurmuştu. Onlar denileni yaptılar ve birazını yedikçe meyveler hiç eksilmedi. Ta ki Fatıma dünyadan göçtü, nar kayboldu. Hz. Ali'nin vefatında ise ayva kayboldu. Hasan'dan sonra da elma Hüseyin'de kalmıştı. Şehid edildiği gün o da kayboldu. Bugün Hz. Hüseyin'in mezarını ziyaret edenlerin oradan bir elma kokusu duymaları bundanmış.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:18:16
Yıllar çabuk aktı. Çocuklar büyüdü. İslamiyet bir devlete döndü, dünya medeniyetle tanıştı. Ne ki yıllar gerçekten çabuk akıyordu, halifeler ardı ardına göçtüler. Muaviye ile Hüseyin arasında hilafet bir dünyevi meseleye döndü. Sonunda Hüseyin, Kerbela'nın kızgın kumlarına belenerek yanında bulunan kadın ihtiyar, çocuk bebek herkesle birlikte acımasızca şehit edildi. Orada bir trajedi yaşandı, Ehl-i Beyt'e kast edildi. Oklar uçuştu, hançerler fırlatıldı, kılıçlar sallandı ve yürekler yakan, tahammülleri aşan bir acı yaşandı. Sanki sonsuz bir tufan içinde son hayat gemisi paramparça ediliyordu. Güneş o gün utancından kıpkırmızı kesildi, susuzluğa yandı ha yandı. Masumların bedenleri bir bir yıkıldı yere ve en son Hz. Hüseyin kaldı. Yetmiş iki yerinden yaralanmış, nihayet müminlere yetmiş üçüncü gönül yarası olarak can vermişti. Cebrail, dedesine haberi "Hüseyin, Kerbela sahrasında atından düşürüldü!" diye anlattı.

Kerbela'da şehit olanlar gerçekten şehit oldular, şahit oldular. Onlar o gün Kerbela'da, hakikat adına, hak adına, mevki ve makama dair esirlik bağlarını kopardılar, dünya ve masivaya ait zincirlerini kırdılar. Seher-i hilafete uyanmak yerine tam da bu günlere mümasil şeb-i arusa girdiler.

İmdi ey kardeşler, bizim, onlara kuru göz yaşı akıtmaktansa yiğitliklerine gıpta ederek kendimize çeki düzen vermemiz; susuzluklarına yanmak yerine devlet sarayına uçup gittiklerini düşünüp ibret almamız da gerekmez mi? Onların şu anda Sultanlar Sultanı'nın huzurunda, saraylar sarayında güzelliklerden güzellikler içinde olduklarından şüphemiz mi var yoksa!?
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:18:48
Ve ey kardeşler! Gelin bu gün Hüseyin'e yas tutalım. İlla ki gelin kendimize de yas tutalım. Gaflet uykusundan açalım gözlerimizi ve akıtacak damlalarımız varsa, kendi halimize ağlayalım. Viraneye çevirdiğimiz gönlümüze, harap ettiğimiz gönüllere, duruluğunu bulandırdığımız sulara, güzelliğini bozduğumuz tabiatlara, masumiyetinden çıkardığımız ruhlara, yaktığımız canlara, zindana çevirdiğimiz dünyaya, bozduğumuz barışa ağlayalım!.. Sünni'den ve Alevi'den, kim bu gün kendine eziyet etmek, elbise yırtmak istiyorsa artık nefsine eziyet etsin, kendi nefis elbisesini yırtsın!.. Sekâhum ya Hüseyn!..

*

737 yıl evvel vuslata yürüyen Mevlânâ'dan:

"Aziz dost!.. Kulak tut sözüme! Dinle beni.. aklın tutsağıdır duygu, akıl da ruhun...

Duru bir ırmağı andırır ruh, tertemiz bir ırmağı... Maddî düşünceler ve nefse ilişkin arzular da ırmağın üzerini kaplamış bir avuç çerçöp...

Eğer bir yana itiverirse aklın eli o çerçöpü, ırmak kendini gösterir, berrak ve duru...

Dünya arzuları kaplarsa suyun yüzünü eğer... Eğer hayvanî arzular baskın olursa tende... Nefis gülmeye başlar o vakit, ve akıl ağlamaya...

Aklı hakim ve duyguları mahkum olan kişidir uyanık iken de rüya gören ve kendisine göklerin kapıları açılan... (Mesnevi III, b.1824 -1829)"
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:19:39
Şimdi orada olmak vardı amma!..


-Karı koca arasında:Bizi burada bir başımıza bırakıp gidiyor musun; bir bebek, bir ben?Evet ey sevgisi kalbimde olan!.. Rabb'im böyle istiyor!..Bu kum... Bu kızgın tepelerin arası?!.. Çok sevdiğini söylediğin İsmail'i bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde azıksız ve susuz bırakıp gidiyor musun gerçekten?!..Evet ey şimdiden özlemeye başladığım!.. Rabb'im öyle istiyor!..

Çocuk ile baba arasında:

Elçi seneler sonra aynı yere döndü. İsmâîl ile kucaklaşıp hasret giderdiler.

Oğul!.. Rabb'imin emri var, bir ev inşâ edeceğiz. Sen de bana yardım edeceksin.

Oğul taş taşıyordu. Oğul ile birlikte Cebrail taş taşıyordu. Baba evin duvarlarını yükseltiyordu ve şöyle diyorlardı:

"Ey Rabb'imiz! Bizden bunu kabûl buyur; şüphesiz Sen işitensin, bilensin. (Bakara, 127)"

Allah ile elçisi arasında:

"İbrahim'e Ev'in (Kâbe'nin) kurulacağı yeri gösterdiğimizde (ona söylemiştik ki): Bana kimseyi ortak koşma ve benim evimi onu tavaf edecek olanlar için, onun önünde (Rablerini ta'zim ve tefekkürle) dikilip duranlar, saygıyla eğilenler ve secdeye kapananlar için temiz tut. İnsanları hacca çağır. Yaya olarak ve hızlı yol alan her türlü binek üzerinde (dünyanın) en uzak köşelerinden sana gelsinler. (Hacc, 26-27)"
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:20:46
y Rabb'im, ben sesimi nasıl ulaştırayım?

Çağrı senden; ulaştırmak bizden!..

Sonra elçi Kâbe'yi yapıp bitirdiğinde Safa tepesine, Ebu Kubeys dağına ve Makam-ı İbrahim'e çıkıp ıssız çöllere, güneş yanığı tepelere haykırdı. Oğlu İsmail'den gayrı kimsecikler yoktu, sesini hiçbir kimse duymadı. Lakin otlar titredi, ağaçlar sallandı, rüzgâr şahlandı ve bu sesi yüzyıllar boyunca kâinatın can kulaklarına ulaştırdılar; doğmayan nesillerin ruhlarına duyurdular. Allah, baba ile oğulun dualarına icabet etti. Bu beytin etrafı mamur kılındı, uğrak yeri oldu, şehir oldu, Mekke oldu. Allah, oraya hacca gelen herkesi işitti. Bugün de işitiyor. Hâlâ işitiyor!.. Sizin bu yazıyı okuduğunuz şu anda işitmeye devam ediyor. O halde katılın büyük seslenişe, Lebbeyklere, tekbirlere, telbiyelere!... Çünkü her Hac mevsimi geldiğinde İbrahim'in o kadim çağrısına en yeni sesler katılır ve böylece seslenişler kıyamete kadar sürer, "Lebbeyk!.." okunur. Üstelik bu çağrı yalnız insanlara değil, bütün bir hilkatedir ve telbiyelerin uzayıp giden yankıları kurdun ve kuşun, ağacın ve taşın kalbini titretir; sese ses katar. Nitekim son elçi buyurur: "Telbiyede bulunan hiçbir Müslüman yoktur ki onun sağında ve solunda bulunan taş, ağaç, sert toprak onunla birlikte telbiyede bulunmasın. Bu katılma (sağını ve solunu göstererek) şu ve şu istikamette arzın son hududuna kadar devam eder (Tirmizi, Hac, 14)." O halde katılın o seslenişe, telbiye ve tekbirlere!.. Katılın ki duyulsun sesiniz. Duyurun sesinizi!.. "Ben o sesi nasıl duyurayım?" demeyin; nida sizden olsun, duyurmak duyurmayı vaat edenden. Onu can evinize duyuran rüzgârlar esiyor bakın...
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:21:47
brâhîm her yıl Mekke'ye gelip haccederdi. Sonraki peygamberler ve mü'min olan ümmetleri de Mekke'ye gelip haccetmişlerdi. Ümmetleri helâk olan peygamberler Mekke'ye gelirler, ömürlerinin sonuna kadar orada ibâdet ve tâatle meşgul olurlardı. Şimdi mü'minler Mekke'ye gidip haccediyorlar. Suud hükümeti serbest bıraksa bütün müminler Mekke'ye gidip haccederler. Uçarak, koşarak, yürüyerek ve hatta sürünerek... Karınca olup yolunda ölme pahasına olsa haccederler... İbrahim'in bereketli duasına uymak ve yine onun duasıyla gelen kutlu nebinin ayak izlerine basabilmek için tek ayak üzerine sekme pahasına olsa haccederler. Sizi oradan alıkoyan şey yalnızca mesafeler, vizeler, kurallar... Ama gönüllerin mesafeleri aradan kalkınca... Aşk gelince... Allah'ın evi kalbinizde tecelli edince... Artık katılın seslenişlere, Lebbeyklere, tekbirlere, telbiyelere!... Korkmayın, size o çağrıyı duyuran rüzgârlar, otlar, ağaçlar sizin sesinizi de katacaktır o büyük sese.

Şair (Nabî) der ki: "Gel gönül azm-i reh-i beyt-i Hudâ eyleyelim/ Sa'y edip Merve'ye tahsîl-i safa eyleyelim/ İşimiz eylesin altın dü cihanda Mevla/ Nâvedân-ı zerin altında dua eyleyelim."
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:22:24
Aşağı yukarı şöyle bir yakarının dizelere yansımış halidir bu: "Gel ey gönlüm, varalım gidelim, Allah'ın evinin yoluna koyulalım. Merve'ye doğru sa'y edip (can atarak koşalım da) bir Safa'mız olsun (esenlik bulup ferahlayalım, arınıp kurtulalım). Sonra varıp Altın Oluk'un altında dua edelim de Allah iki cihanda işimizi altına döndürsün." Şimdi bu şairin sözüne uymak, Merve'de Safa'da olmak, Altın Oluk altında altınlaşmak geçer ya insanın içinden!.. Aaah!.. Rüzgâr!.. Sen kat sesimi o büyük sese!.. Hani o çobanın sesini kattığın gibi. Hani dağ başında bir çoban, kavalını çalıyor ve içli içli ağlıyordu ya. Hani koyunları meleşiyor, seherin sesine ses katıyordu ya... Gün doğdu, doğacaktı hani... Çoban bir hasretle yanıyordu; büyük bir hasretti!.. Öyle ki hıçkırıkları ta yüreğinde düğümleniyor, kalbini daraltıyordu... Sen vardın sonra yanına. Serin ve selamet bir tül gibi... Seni hissedince çoban coşmuş, ağlamıştı. Sonra kavalından çıkan nağmeler mısralara dönüşmüş, terennüm şiir oluvermişti. Ve oradan geçmekte olan bir güvercin nağmeyi kendi dilince tercüme etmişti: "İn nilte yâ rîha's-sabâ yevmen ile'l-arzı'l-harem/ Belliğ selamî fihâ'n-nebiyyi'l-muhterem."

Güvercinin sesini ırmaklar ve ağaçlar, çöller ve denizler şöyle tercüme ettiler Türk yurtlarında: "Uğrarsa yolun bad-ı saba ger harameyne/

Ta'zîmimi arz eyle rasûlu's-sakaleyne."

Ben de öyle diyorum işte ey rüzgâr, eğer bir gün yolun Harameyn'e düşerse, o nebiler nebisi, insanların ve cinlerin efendisi Muhammed Mustafa'ya benim de selamımı ilet ve onu çok sevdiğimi söyle!." Rüzgâr!.. Cılız sesimi kat o büyük sese ve lebbeyk okuyan dudakları yak o kıvılcım ile... Şimdi orda olmak vardı amma!.. Bari gideyim, hacı leyleklerin yuva yaptığı bir evi tavaf edeyim.[1] Bayramınız mübarek, kurbanınız makbul olsun..

[1] Savaş yıllarında Hacca gidilemediği vakit Anadolu'nun bağrı yanık âşıkları leyleklerin yuva yaptığı evleri tavaf etmişler, Kâbe'yi gören gözlerin hatırına o evi Kâbe kutsallığında saymışlardı. Aaah, mine'l-aşk!...
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:23:17
Ahdolsun!..


Yaşadığı dünyanın haritasındaki bütün tanımları, bütün çizimleri, bütün görünümleri sevgiliye göre düzenleyen âşık haritacıyı bilirsiniz. Hani haritasını çizerken onun doğduğu şehir, onun evine giden yol, onun gezindiği çimenlik, onun altında oturduğu ağaç, onun su içtiği ırmak, onun... diye diye tanımlamış bütün mekanları ve yönleri.

Hakiki âşık imiş o. Çünkü gönülden bir ahdin sahibi olduğunuzda, ömür haritasının başka türlü çizilmesine imkân ve ihtimal yoktur. Hakiki aşk (hakikatli aşk), bir ahdin izini sürmekten başka bir şey değildir ve ömür haritasında bütün işaretler aşk ahdi üzerine olmadıkça kişi yaşadığını hissedemez. Böyle birisi belki ömür sürer, ama yaşayamadan ömrünü tamamlamış olur. Çünkü yaşamak, ahde vefa ile anlam kazanır. Ahdimiz ister ezelden kopup gelsin, ister gönülden... İster dil ile söylensin, ister göz ile...

Ahit (ahd) dediğimizde "yemin derecesinde kesin söz verme"yi anlarız ve bu kelimenin içine hem dinî bir kutsallık, hem de ahlakî bir erdem katarız. Nitekim karşılıklı ittifak hükümlerini ihtiva ettiği için Yahudi ve Hıristiyanların kutsal kitaplarına Ahd-i Atik (evvelki ahit) ve Ahd-i Cedid (sonraki ahit) denilmiştir. Çünkü Allah değişik zamanlarda insanoğlu ile ahitler yapmış, peygamberlerini de bu ahde aracı kılmıştır. Nuh aleyhisselamın gemisindekilerle yapılan ahitte tufanın bir daha vuku bulmaması için buluta konan yay (gökkuşağı) bir alamet sayılmıştı. Hz. İbrahim'in hanif ümmetiyle yapılan ahitte ise sünnet olma bir alâmet olarak belirlenmişti. Tûr-ı Sina'da İsrailoğulları ile yapılan ahitte Hz. Musa aracılık etmiş, sonra bu eskiyince (Ahd-i Atik), Rab Taala Hz. İsa'nın şahsında insanlıkla yeni bir ahde girmiş (Ahd-i Cedid) ve Sina'nın hükmünü ortadan kaldırmıştı. Nitekim Hz. İsa son akşam yemeğinde kendi etini ve kanını bu ahdin alameti olarak feda etmiştir. İslam'a göre bu ahdin içini dolduran şey "kul olmak"tan ibarettir, sevenin sevilene kul olması... Dini terminoloji bu kulluğun içini namaz, zekat, peygamberlere itaat, Allah'a (Mutlak Sevgili) güzel takdimelerde bulunmak gibi davranış şakileriyle doldurur. Beşeri duygularla seven âşık ile maşuk arasında ise ayrılık, hicran, hasret, iştiyak (özlem), itaat, rıza (boyun eğme) gibi davranış biçimleri vardır. Her iki ahdin içinde de emir, yasak ve tavsiyeler olduğu gibi af ve mükâfatlar da yer alır.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:23:59
Sevgili, lütfen ve keremen, âşıkı ile arasında bir ahitname oluştururken ona bir emanet (aşk) teslim etmekte, o emanete sadakat beklemektedir. Nitekim "Kalu-Bela"da olup biten şey de yalnızca bundan ibaret idi. Ta ki insanoğlu o emaneti hakkıyla korusun ve yarın Sevgili huzuruna çıkınca emanete halel getirmemiş olsun. Çünkü Sevgili, "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bu emaneti yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler. İnsan(a gelince, o tuttu) bunu sırtına yüklendi (Ahzab, 72)." buyuruyor. Yani ki bu emaneti taşımak öyle her babayiğidin harcı değildir; asalet ister, mertlik ister. Hani o halk manisi ne kadar da güzeldir: "Ayrılık büyük derttir / Sabreden ona merttir / Ahdini unutanlar / İnsan değil namerttir". Keza beşeri aşk taşıyan âşık da maşukunun emanetini taşıdığının farkında olmak zorundadır. O kadar ki, aşk emanetini korumak için gerektiğinde aklını bile feda edebilmelidir. Bunun için sevgili arada sırada vefasızmış gibi görünerek âşıkına hasret çektirir, cevr ü cefa eder. Ta ki âşık kemale erebilsin. Yozgatlı Hüzni'nin "Ben recadan sen de cefadan el çek / Ver aklımı, al aşkını ey melek / Beyhudedir senden ihsan beklemek / Nerde kaldı ahd u peymanelerin" mısralarında bunu görmek mümkündür. Bu emanetin ehline teslimi adına "Aşıklar mâşuka boyun eğerler / Ahdine sadakat gösterir erler (Sümmanî)." İlla ki sevgili, âşıkı bir gömlek daha kemale ersin, aşkın hakikatini daha derinden idrak edebilsin diye onu hep yarınlara salar, vuslatını geciktirir. Hani Gevheri'nin dediği gibi: "Derd-i derûnumu bilirim deyü / Tabip olup derman bulurum deyü / Ahd ü amân etti gelirim deyü / Beni ferdalara saldı da gitti."

Ahd kelimesine sözlükler "Bir şeyi korumak, halden hale onu muhafaza etmek" anlamını verirler. Hani o haritacı âşık gibi bütün ruh haritasını sevgiliyle, sevgilinin, sevgiliye, sevgilide, sevgiliden diye çizmek, her şeyi yalnızca sevgili olarak görmek, idrak etmek, anlamak ve yorumlamak... Ancak o vakit seven ile sevilenin vuslatı gerçekleşir. Nitekim Sevgili buyurur "Siz bana verdiğiniz ahde sadık kalın ki ben de size verdiğim ahdi ifa edeyim (Bakara, 40)". Öyleyse Sevgili'ye kul olanın, "A benim al çiçeğim / Nasıl senden geçeyim / Ahd ettim yemin ettim / Yoluna öleceğim" demesi gerekir. Gel gelelim Karacaoğlan şöyle diyor: "El-aman ne fena vakte yetiştik / Ahde vefa eder yârân kalmadı."

Gönül haritalarınızı kontrol ediniz; oradan çıkan yollar nereye gidiyor?!...
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:27:43
Hürriyet Kasidesi


Namık Kemal'in ünlü Hürriyet Kasidesi'ni hepimiz biliriz. Türk edebiyatının en güçlü şiirlerinden biridir. Osmanlı devletinin Kanun-ı Esasi hazırlıkları içinde olduğu günlerde yazılmıştır.

O zamanki adı 'Besâlet-i Osmaniyye ve Hamiyyet-i İnsaniyye'dir. Biraz serbest davranarak "İnsanlık Onuru ve Milli Kahramanlık' biçiminde tercüme edebileceğimiz bu başlık günümüze taşındığında demokratikleşme mücadelesinin tercümanı oluverir. Nitekim şiirin tamamını okuyanlar, geçtiğimiz günlerin yoğun siyasi tartışmaları ve evet-hayır sürecini tanımlayacak pek çok dizeye rastlayacaklardır.

Namık Kemal bu şiirini Vakit gazetesinin 2 Haziran 1876 tarihli nüshasında yayınlar. Ve elbette büyük ses getirir, bir anda bütün yurt sathında ezberlenir. Şiir bu derece beğenilip şöhret bulunca halk arasında adı önce "Vatan Kasidesi" sonra da "Hürri­yet Kasidesi" olarak anılmaya başlar. Eski kuşaktan pek çok insanın hafızasında önemli yer tutan, yüz yılı aşkın bir süredir de ders kitaplarına giren veya vatan çocuklarına ezberletilen bu kasidenin günümüz siyasi ortamını aydınlatacak bazı ilhamlarına baktıkça yaklaşık 135 senedir hâlâ "Hürriyet" meselesini çözmeye çalıştığımıza hayıflanmamak elde değildir. Şiire o günlerde Hürriyet Kasidesi diyenler, Sırbistan ve Karadağ ile savaş halinde bulunuşumuza atıf yapıyorlardı. Bu yüzden biz o Hürriyet kelimesini "Özgürlük" olarak alıp demokratikleş(eme)me süreciyle ölçmek gerektiğini düşünüyor ve inşallah bu referandum sonucunun bir başlangıç olmasını temenni ediyoruz. Daha demokratik bir anayasa ve daha güzel bir dünya için bir başlangıç... 12 Eylül 1980'de çiğnenen "Besâlet-i Milliyye ve Hamiyyet-i İnsaniyye"mizin yeniden şahlanışı için bir başlangıç...
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:29:03
Namık Kemal'in o günlerde yaktığı meşalenin aydınlığını bu kadar yıl sonra ülkemizin ufuklarına getirmek için çaba sarf eden herkese en az Namık Kemal'e olan şükran duygumuz kadar şükran duyduğumuzu belirtmek istiyor ve o kasideden birkaç beytini demokrasi mücadelesinde emeği geçenlere teşekkür sadedinde buraya kaydediyoruz: (..)

Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten

Mürüvvetmend olan mazluma el çekmez iânetten

Hakir olduysa millet şanına noksan gelir sanma

Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr ü kıymetten

Durup ahkâm-ı nusret ittihad-ı kalb-i millette

Çıkar asar-ı rahmet ihtilaf-ı rey-i ümmetten

Eder tedvir-i alem bir mekînin kuvve-i azmi

Cihan titrer sebat-ı pây-ı erbâb-ı metanetten

Kaza her feyzini her lûtfunu bir vakt için saklar
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:29:25
Fütûr etme sakın milletteki za'f u betâetten

Biz ol âl-i himem erbâb-ı cidd ü içtihâdız kim

Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten

Ne gam pür-âteş-i hevl olsa da gavgâ-yı hürriyyet

Kaçar mı merd olan bir can için meydân-ı gayretten

Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyyet

Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten

Ne yâr-ı cân imişsin ah ey ümmid-i istikbâl

Cihanı sensin âzâd eyleyen bin ye's ü mihnetten

Senindir devr-i devlet hükmünü dünyaya infaz et

Hudâ ikbâlini hıfz eylesin her türlü âfetten
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:29:44
Kendini insan bilenler halka hizmetten usanmaz. Mürüvvet sahibi olanlar da düşkünlere yardım etmekten el çekmezler.

Bunca yıldır millet hor görülmüşse, sakın şanına noksan geldiğini zannetme. Cevher yere düşmekle kıymetinden bir şey eksilmez.

Başarı ve üstünlük milletin gönül ve oy birliğindedir. Halkın farklı görüşlerde olmasından (korkma ki, bu vesileyle) ortaya çıkan sonuç milletin hayrına olur.

Hedefine gitmekte ayak direyen güçlü bir kahramanın azminin kuvveti, (tıpkı bir eksen gibi) dünyayı çevresinde döndürür. Çünkü metanet sahibi insanların ayaklarını sağlam basmalarından cihan titrer.

Biz o yüce yaratılışlı, çalışkan ve güçlü kişileriz ki küçük bir aşiretten cihana hükmeden bir devlet yarattık.

Şimdi özgürleşme kavgasının her yanı korkunç bir ateş olsa ne gam!.. Yiğit olanlar, bir can için gayret meydanından kaçar mı hiç?!..

Ey özgürlüğün gülümseyen yüzü!.. Meğer sen ne efsunkâr imişsin ki, sana gönül vererek gerçi esaretten kurtulduk, ama şimdi de senin esirin olduk...

Ey "istikbal" adlı umut!.. Meğer sen nasıl bir can dostuymuşsun ki cihanı bütün üzüntü ve sıkıntılardan sen kurtarıyorsun...

Ey istikbal!.. Şimdi hükmetme çağı senindir, iktidarını dünyaya yürüt... Allah, bu yolda senin ikbalini her türlü belalardan korusun!..
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:30:56
Karagöz ile hacivat falcıda!

- Yâar bana bir eğlence medet!.. İki gözüm, Hacivatım, Hele diyorum, "hayır"lısıyla şu bayramı da bir atlatsaydık!?..

- Evet Karagö...

- Evet deme!.. Hacı Cavcav, "Evet deme.. Bak sana itibar ettik, devletlüsün, ağasın, beysin dedik, ama sen böyle yaptıkça helecanım hafakana varıyor, asabıma halel geliyor...

- Aman Karagözüm, sinirlenme, sen kemâl-i sıhhat u afiyette ol, ben hayır derim, hatta her şeye hayır derim, üstüne hayırlar yağar!..

- Bak işte böyle, hayır de... Hatta şimdi başla, kırk kere hayır de...

- Hayır, hayır, hayı...

- Oooy, offf; Haayy, Hak! Hacivat'ım, aha şuramda bir korku var; ya "hayır" çıkmazsa!..

- O zaman "evet" çıka...

- Evet deme dedim, Hacı Cavcav, bak kötü oluyorum... Hem orada oturma bakayım, kalk ayağa... Hatta al çantanı eline, hemen gidiyoruz.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:31:10
- Nereye hayırlısıyla Karagözüm!?

- Er-remmal Kaygılı Baba'ya. Adama evliya diyorlar, olmuşu olacağı, gelmişi geleceği biliyormuş.

- Falcıya gideceksek Karagözüm, bari Çıplak Hoca'ya varsaydık, on parmağında on marifet, hele türbedarı keramet ki keramet... Bakla attırırız, "evet" çıkarsa remil döktürü...

- Hele bak Hacı Cavcav, aha bu son olsun!.. Sıkmayayım sonra boğazını... Bir daha hayırsızlık eder de o kelimeyi ağzına alırsan...

- Hayır, hayır... Tövbeler olsun, bir daha "evet" demem...

Kahramanlarımız, korumalarını atlatıp ray-ban gözlüklerin arkasında kimseye görünmeden gittikleri gecekondu mahallesinde aradıkları kapıyı bulurlar. Kapının bir yanında tavuk kümesi, diğer yanında koyun ağılı vardır. Kırık bir mezar taşının çevresine yatır havası verilmek üzere çekilip türbe yeşiline boyanmış parmaklıkları geçerken orada yakmakta olan evliyadan Tokmaklı Hacı Kazık Efendi'nin ruhuna bir şeyler okuyup üfleyerek fallarının "hayır"lı olması için okurlar. Hacı Kazık Türbesinin kafası dumanlı türbedarı Tuzsuz Deli Bekir bir adak kurbanı parasını peşin alarak önlerine düşüp ikisini de loş, rutubetli, küf kokulu bir odaya götürür. İçerisi kalabalık; kabadayılar, tiryakiler ve elbette zenneler: Ayşanım kocasıyla arasını düzeltmek istiyor, İlknur kızımız sevda ateşiyle yanıyor, İclal'i cin çarpmış, Neriman kaybolan gerdanlığının peşinde, Ümit Hanım yeni AVM'sine tılsım yaptıracak...
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:31:27
Beberuhi, yeni gelenlere plastik kupalarda birer bardak soğuk su ikram edip bahşişini aldıktan sonra tozlu bir pöstekinin üzerinde yer gösterir. Sessiz olmalarını tembih edip çekilir. Kaygılı Baba tam karşılarında oturmuş fal sırası gelen zenneye nasırlı ellerini öptürmekte, karşısında diz çökerek derdini anlatmasını söylemektedir. Yanında kirli çanaklarda acayip tütsüler ve kokular durur, elini ıslattığı su çanağından önünde bekleyen müşterinin üstüne bir ayin mehabetiyle su serperek "Püf, püf, püf!.. Tüh, tüh, tüh!." İye diye üstüne başına tükürür Karagöz ile Hacivat duvarlara göz gezdirdiler: Kargacık burgacık hatlar, ne olduğu belli olmayan çizgi ve ilkel resimler, tılsım havası verilmiş cahilane şekil ve rakamlar... Hacivat fısıldar:

- Aman Karagözüm, burada hayırlısıyla bize sıra gelmez, çok bekleriz, acaba diyorum...

- Hişt!.. Sana sessiz ol denilmedi mi?

- Eve.., Hayır, hayır...

O sırada yanlarına yalpalayarak Matiz gelir. Izbandut gibi bir adamdır, emredercesine sorar:

- Sebeb-i ziyaret ağalar? Sandık sonuçları, hı?

- Eve.. Hayır! Hayır!..

- O halde niçin geldiniz?

- Sandık sonuçları.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:33:29
- Bin kere elemtere fiş!.. Efendiler, doğru cevap verecek misiniz?

- Hayır, ebediyyen hayır!..

- Sus Hacı Cavcav, bi sus!.. (Matiz'e döner) Siz ona bakmayınız, ne dediğini bilmez. Sandık sonuçları için geldik, inşallah hayırdır.

- Anlaşıldı!.. Bunun için hiç lekesiz bir kara tavuk getirmeniz gerekiyordu!

- Nasıl yani?

- Yanisi Kaygılı Baba hazretleri siyaset işlerini Hacı Kazık Efendi'nin ruh-ı azizine sorar. Eh, Rahmetli de sağlığında kara tavuk etini pek severdi!

- Hımm!... Bilemedik. Şimdi tavuğu nerden bulalım; acaba parasını versek?!..

- Bin kere Kefeştetayyuş!.. Kaygılı Baba Hazretlerinin parayla işi yoktur. Kara tavuk size lazım. Hani hayır çıkması için... Bi koşu, şurda, türbenin yanında tavukçumuz var.

Matiz çekilip gider. Hacivat sorar:

- Karagözüm efendim! Burada tezgaha geliyoruz galiba, isterseniz...

- İstemem Hacıvatım, istemem!.. Şimdi gidip birimizin tavuk alması gerekiyor, aramızda yazı tura atalım mı?!..

- Oluuur ( Oh!.. Çok şükür bu sefer "evet" demedim).
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:33:45

Üç saat sonra Kaygılı Baba, mendile yaydığı baklalara bakarak karşısında diz çöken iki kafadarın üzerlerine "Tüf, tüf, tüf!" diye salyalarını serpiştirirken fallarını okur:

- Yaşayan ölür, giden gelmez, yağmur yağar, otlar biter. Irmak tersine akmaz. Millet boş lafa bakmaz. Baklalar saçılır, fallar açılır, umutlar yürek yakar, sandıktan evet çıkar... Ben bile çeviremem bunu "hayır"a; sizi artık yüce Mevla kayıra. İlla falınızda görürüm ki bayram ertesi birbirinize düşeceksiniz. Eğer şu tılsımı üç vakit okursanız her günde ve her dilde; belki muhabbetiniz daim olur her seçimde, her ilde. Ömür biter yol bitmez, hayır diyen ileri gitmez. Rahat bulmak için, huzur duymak için tekrar edin her nefes "Mernunes, tefernunes, debernunes!.." Buna diliniz dönmezse şu da mücerreptir: "Sellem düşman, merden pişman!.."

İki kafadar bahçe kapısından çıkarken tekrarlamaktadırlar:

-Mernunes, tefernunes, debernunes!..

-Sellem düşman, merden pişman!.."

O sırada önlerinden lekesiz bir beyaz tavuk geçer. Yıktın perdeyi eyledin viran, varalım sahibine... Sürç-i lisan ettiysek, affola!..

Bayram tebriki:

Bülbülüm şâd, güllerin ikramı ikram üstüne

Haneniz görsün yine bayramı bayram üstüne
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:36:09
Bin dört yüz yıl evveldi...


Taala'nın adıyla...

"İşte size Allah katından bir nur ve hakikatleri açıklayan bir kitap geldi. (Maide,15)"

Bin dört yüz yıl evveldi, tam bin dört yüz yıl evveldi... Bir Kitap indirildi göklerden, ezelde yazılmış bir kitap... "Oku!" diye başlayan ve bütün insanlığı sayfa sayfa, cümle cümle, harf harf okuyan bir kitap. Okumak istendiğinde ferahlık, anlamak istendiğinde sırların anahtarını verir insana.

Bir Kadir gecesiydi... Yaradan katından aldılar melekler Kitab'ı ve yer semasına getirdiler. Ezel günündeki gül Cemal'in kokusu hâlâ üstündeydi ve efendiler efendisi Muhammed'e gül kokuları getirdi. Sonra tam yirmi üç yıl boyunca görünmeyen âlemden görünen âleme aktı ve ezeli ebede, gökleri yere, Arş'ı ferşe bağladı rahmet, rahmet...

Kur'an, insanlığın dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamak üzere gönderildi ve 114 sûrede tamamladı sözünü. İçinde salt vahiy ve halis hidayet vardı. Fikir ve hikmet kitabıydı, düşünenler için; ahlak ve ibadet kitabıydı, inananlar için; hüküm ve buyruk kitabıydı sınananlar için, ve sonraki zamanlarda bütün kitaplar yalnızca o kitabı açıklamak için yazılır oldu.

Bin dört yüz yıl evveldi, tam bin dört yüz yıl evveldi... Bir Kitap indirildi göklerden... Bütün kitapların anası ve Allah'ın insanlığa vahyi idi. Kendi ifadesiyle çok yüksek ve mühim bir mesaj içeren İlahî Kelam idi. "Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur'an'ın Allah sözü olduğundan şüpheniz varsa, haydi onun sûrelerinden birine benzer bir sûre meydana getirin ve Allah'tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın, eğer iddianızda haklı iseniz! (Bakara 23)" "Yemin ederim, eğer insanlar ve cinler bu Kur'an'ın benzerini yapmak için bir araya toplansalar, hatta birbirlerine destek olup güçlerini birleştirseler, yine de onun gibi bir Kitap meydana getiremezler. (İsra,88)" İşte bu yüzden Kur'an, güzeller güzeli ve sevgililer sevgilisi Muhammed'in peygamberliğine ilk delildir ve sözü i'caz vasfı taşır. Ta ki her ayetinin, her harfinin mucize olduğu görülsün, anlaşılsın; buna inanmayanlara meydan okusun...
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:36:26
Bin dört yüz yıl evveldi, tam bin dört yüz yıl evveldi... Bir ramazan ayında, bir Kadir gecesinde inmişti Kitap, bir Kadir gecesinde akmıştı dünyamıza ışıklı ibrişimler misali nur imbiklerinden... Onun indirilmesi şerefine, onun indirildiği günde, onun indirildiği ayda Allah bize oruç emrediyor. Kur'an'ın şanını tebcil için ve o nimete erişmenin şükranesi olarak... Çünkü buyuruyor: "O ramazan ayı ki, insanlığa bir rehber olan, onları doğru yola götüren ve hakkı batıldan ayıran, en açık ve parlak delilleri ihtiva eden Kur'an, o ayda indirildi. Artık sizden kim ramazan ayının hilalini görürse o gün oruç tutsun. (Bakara, 185)" Çünkü "Sana Kitab'ı gerçeğin ta kendisi olarak indiren O'dur. (Âl-I İmran, 3)" O gerçek ki aklın, adaletin ve doğruluğun gösterdiği yerde doğan bir şafaktır ve insanlığın dertleri yalnızca bu gerçekle çözüme kavuşacaktır.

Bin dört yüz yıldır "Gerçekten bu Kur'an, insanları en doğru yola, en isabetli tutuma yöneltir. Güzel ve makbul işler yapan müminlere, nail olacakları büyük mükâfatları müjdeler." ( İsra,9) Çünkü bin dört yüz yıldır Kur'an-ı Hakîm idi bu Kitap -ki hâlâ öyledir- ve her şey köhnemekteyken o tazelenir durmadan... Her şey eskir, o yeni yeni mânâlarıyla huzurunu yayar, barışını, güzelliğini serper üstümüze. Her saniye, her dakika, her saat, her gün, her ay, her yıl yeniden okunur, her defasında yeniden anlam kazanır, her yeni günde yeni bir müminin kalbine doğar. Ve ben bildiğimi derim; ancak bu Kitap'tır ki insanlığın sancısını dindirecek ve müminlere güzel ahlak edindirecektir. Bu Kitab'a uymadıkça insanoğlu bahtiyar olamayacak ve huzur bulamayacaktır. Bin dört yüz yıllık kurtuluş halkasına girmeyen ve insanlığa rahmet getiren bu kitabın sırrına ermeyenlerin vay hallerine!..

Seni bize bağışlayanın yüce adıyla ey Kitap, dünyada kıraatinden, mahşerde şefaatinden ayrı düşürme bizi!..
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:36:39
KUR'AN İÇİN NE YAPABİLİRİZ?

Önümüzdeki Kadir gecesinde Kur'an'ın 1400. yılı başlamış olacak. Kur'an'a "Kitabım" diyen herkes bu yılda ona karşı bir sorumluluğu yerine getirmelidir. Keşke bu yılda hepimiz onu okuyup anlamaya çalışsak. Herkes kendi mesleği ve işi gereği elinden ne geliyorsa onu yapsa mesela... Bu yılı ihya etmiş olmak için bilim adamları Kur'an konulu konferanslar verse, yayıncılar kitaplar hazırlatsa, din adamları vaazlar ve etkinlikler düzenlese, ev hanımları hatimleri çoğaltsa, ev reisleri aile fertlerine her gün bir ayet öğretse, aileler topluca bir tefsiri baştan sona okusalar, hali vakti yerinde olanlar, çocuklarının her biri için 1400 Kur'an dağıtsalar, (Afrika'da, Türkî cumhuriyetlerde Kur'an'ı hiç görmemiş, hiç ona dokunmamış Müslümanlar olduğunu hatırlayalım), kurumlar Kur'an meclisleri düzenlese, her yerde Kur'anî ilhamların konuşulduğu toplantılar yapılsa. Her yüz yıl için seçeceğimiz bir ayetin (toplam ondört ayet) emrini yerine getirsek, her on yıl için bir fakire (toplam yüzkırk fakir) sadaka versek, her bir yıl için...
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:37:54
Sevgiye dair


Mumun yanına oturmuş, kıpırdanan alevlere içini dökerken yanaklarından yaşlar süzülüyor ve mırıldanıyordu:

-Ey sevgili! Hayalin gözümde, ismin dilimde, sarayın kalbimde... Peki ama nereye kayboldun?!. Gözlerim her yerde seni arıyor, hâlbuki işte gözbebeğimdesin; kalbim durmadan seni özlüyor, hâlbuki işte bağrımın içindesin. Kaybolup gittin desem kalbim beni doğrulamıyor. Çünkü sen onun içinde bir sır gibi kaldın, hiçbir yere ayrılmadın. Yok, gitmedin, hep yanımdasın desem, gözüm beni yalanlayacak, hani nerede sevgili, diyecek. Ne yapacağımı bilemiyorum. Kaybolan ile bulunan, doğru ile yalan arasında şaşkın kalakaldım. Gönlümdeki yangına şahitlik ederek şu alevlerin içinde gülümseyen, şu gözyaşıma yansıyan hayalin ne vakit hakikat olacak? Ateş ile su arasında kalan hasretim ne vakit dinecek? Neredesin, kiminlesin, neylersin bilsem!..

Baştan sona hasreti anlatan bu sözleri işitince içimin burkulduğunu, derin bir keder hissettiğimi itiraf etmeliyim. "- Galiba kurt ile kuzu, aslan ile ceylan rollerini değiştiler" dedim içimden. Çünkü bir sevgili, ancak böyle bir durumda içini dökerken yukarıdaki cümleleri söylerdi. Seven ile sevilen arasında olup bitenler değiştikçe kimlikler de değişir, seven ile sevilen rol dönüşümüne uğrarlardı. Bu durumda seven işin başlangıcında sevgiliyle ilişkilendirilen, ona benzeyen her şeye ilgi duyuyor, benzemeyenleri bile ona benzetiyor, bundan haz alıyordur. Mecnun dağda tuzağa ayağını kaptırmış bir ceylan görünce onun gözlerini Leyla'nın gözlerine benzetmiş, sırf bu yüzden avcıyı bekleyip diyetini ödeyerek onu serbest bırakmıştı. "Niçin böyle yaptın?" dediklerinde ise "Leyla'ya benzeyen birine zulüm yaraşık değildir!" cevabını vermişti. Mecnun o vakit Leyla'nın aşkının henüz başlangıcında olduğu için böyle davranmıştı. Çünkü sevgi kemale erince seven, mükemmelliğin yalnızca sevgilide olduğunu fark eder ve artık ona benzer bir şey bulamaz. Tıpkı bunun gibi sevginin başlangıcında seven feryat figan eder, ağlayıp inler, yanar yakılır, kalbindeki ateşin dumanı ağzından ah olarak çıkar. Ama sevgi kemale erip de sevenin varlığını ele geçirince artık inlemeler ve ağlamalar son bulur, seven latif bir cisme dönüşür; kusurluluk biter, paklık başlar. Yani ateşin alevi büyüdüğü vakit dumanı azalır, hatta kaybolur gider. Bu durumda sevilen seven için kesif bir dumana dönüşür. Hem de bütün alevi örten bir duman.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:39:07
Hayal ile gerçek arasındaki sevgilinin hikâyesine dalınca birden şehrimi özlediğimi hissettim. Sevgi bana şehri hatırlatmıştı. Belki de sevgi şehri özlemekti. Çünkü şehirler sevgililer gibi sevgileri de saklar, perverde eder. Birden fark ettim ki düşündüklerim yüzünden gönlüm hassaslaşmış, yüreğimin titremesi iki katına çıkmıştı. Sevgi hatıraları yenilemek, eski dostları yeniden görmeyi arzulamaktı herhalde. Çünkü bunu hayal ederken bile sevgi insanın içini ısıtıyor, huzur veriyordu. Hayat sevgiyle yaşanmalıydı.

Bir ara "-Acaba aslan da ceylanın yurduna varırken seviniyor mudur?" diye içimden geçirdim. Acaba onun dışında sevgisini yitirdiğini, ona varınca da sevgiyi bulmayı umduğunu söyleyebilir miydim?!.. Hani herkes için matem olan yurt, seven için bayram, herkese Muharrem olan günler sevene Zilhicce olur gibi... Zeliha'nın, bütün adların içine Yusuf'un adını gizlemesi gibi... Sevgili adını diğer adları söylediğinden daha sıcak bir içtenlikle söylemek, sevgi kelimesini başka kelimelerden farklı telaffuz etmek, sevgi derken sanki yüreğinin bir parçası da ağzından birlikte dökülmek, sevgilinin kalbiyle sevenin kalbi arasında bir ilmeğe bağlanmak gibi...
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:39:21
O zaman düşündüm. Sevenin özünde taşıdığı cevher neydi de sevgili o cevhere yansıyordu? Seven, sevgiliyle olmaktan menfaat uman değil, menfaatini sevgiliyle olmaktan umandı çünkü. Sevdiğini söyleyenlerin çoğu ancak sevgilinin bezirgânları, hakiki seven ise onun satışa çıkarılmış metaıydı. Sevgili ona "- Gel kendini ben eyle.!" dese derhal feda olur; çünkü ona muhtaçtır. Eğer seven kendini hakikaten o eylerse belki o da kendini seven eylemeye yönelir. Eğer sevilen kendini seven eylerse, bilinsin ki sevgide ihtiyaç içinde kalmış demektir. Eğer seven kendini sevgili eylerse tamamlanma sevilende gerçekleşmiş; böylece her şey sevilen olmuş sayılır. O vakit niyaz aradan kalkar her şey naz olur. İhtiyaç aradan gider sevgide kendine yeterlilik başlar. Fakirlik kaybolur, zenginlik gelir. Velhasıl her şey bir çare olur, çaresizliğin adı yeryüzünden silinir!..

Bütün bunları düşündükten sonra bir karara vardım. Seven sevdiğini bir sevgili, bir canan sanırsa yanılır; oysa bilmelidir ki sevilen sevenin cananı değil bizzat canıdır.

Ey büyük üstad, ey Fuzulî!.. Sen Leyla ile Mecnun'u yazmasan, cihanda sevgi adı eksik kalırdı!.. Değil mi ki söyledin:

Cânı kim cânânı için sevse cânânın sever

Canı için kim ki cânânın sever cânın sever.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:39:58
Ey yolcu, sevgiye yürü!..

Ilık yaz akşamlarında, meşe dallarının yaprakları arasından göz kırpan yıldızlara doğru uçup gittiğimi düşünmek tekdüze ömrümün en heyecanlı eğlencesi haline gelmişti.

Bahardan bu yana gözlerimi karanlıkta yıldız aramaya alıştırmıştım. Babamın son günlerde iyiden iyiye artan dalgınlık hallerine aldırmadan yıldızlarımı arıyordum. Hatta artık cırcır böceklerinin yeknesak seslerine yetişebiliyor, onların her ötüşünde yeni bir yıldıza daha gidiyor, uçsuz bucaksız göklerde bir yıldızımın daha olmasından haz duyarak elimdeki çakıllardan birini daha yıldız torbama dolduruyordum. Gece olup da sessizliğin en koyu vaktinde bir yıldızda tek başına olmak ve her şeye hükmetmek bir çocuk için sultanlık değil de nedir!?..

Babam o gece her zamanki durağanlığının aksine beni karşısına oturtup önemli şeyler anlatacağını söylemişti. Ürpermiştim. Her gecekinden farklı bir gece olacağını düşündüğüm için benliğime tesir eden bir titreyişle ürpermiştim. Henüz sekiz yaşımdaydım ve çocuk ruhuma ağır gelen hakikat adına ürpermiştim. Elbette cümlelerine yine "-Sevgiye yürü babacım, sevgiye yürü, ta ki hakikate eresin!" diye başladı. Sonra tane tane ve emreder gibi söylemeye devam etti:

-Bütün inançların temeli sevgidir. Her kim bir şey veya kimseyi severse ona inanmış, boyun eğmiş, kulluk etmiş olur. Kulluk, sevginin yedi derecesinden biridir ki ilk adımda dostluğu başlatır. Bu dereceler ezelî ilgiden doğar, ilgiyi sevgi takip eder. Sonra tutku, aşk, şevk ve kulluk diye devam edip ebedî dostlukta nihayet bulur. İyi veya kötü, yararlı veya zararlı her tür sevginin bir etkisi, sonucu, meyvesi ve hükmü vardır. Coşku, zevk, özlem, yakınlaşma, ayrılma, uzaklaşma, terk etme, sevinme, üzülme, ağlama, gülme... Hepsi sevginin etkileri ve halleridir. Kişi sevgi basamaklarında sürekli bir kazanç ve güç kazanarak ilerlemelidir. Belli bir yol aldıktan sonra sevgi yüzünden ağlasa da, gülse de; sevinse de, üzülse de; hatta sıkılsa yahut coşsa da bundan yarar görür. Nitekim sevgiden uzaklaştığı zaman bunun tersi olacak, her halden üzülecektir.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:40:26
Babam sözlerine ara verip başımı okşadığında, artık sonraki cümlelerde edanın değişeceğini, sohbetin bir vasiyete dönüşeceğini bilememiştim:

-Hakikati sevmek, babacım, sevgilerin en güzelidir. Çünkü hakikat Mutlak Güzellik'ten doğar ve bütün güzeller O'nun güzelliğinden bir ilham taşıdıkları için sevilirler. Hakikati ayırt etmeyi bilirsen sevgiliye şirk koşmamış, sevgide ortak edinmemiş olursun. Sevgiliyi sevmek, sevgilinin sevdiklerini sevmek, sevgili için ve sevgili yolunda sevmek, sevgiliyle birlikte sevmek, bunların hepsi insanın tabiatına uygundur. Çünkü sevgiye ulaşmak zevk, ayrı kalmak acı verir insana. Sevgiyi bilen için zevk ile acı arasında fazla da fark yoktur. Sevgilinin hicranını çekerek duyulan acı ile vuslatından alınan lezzet arasında fark olmadığı gibi. Bu yüzden bütün işler sevgi ile başlar. Hak olsun, batıl olsun her eylemin esasını sevgi teşkil eder. Her olayın ve her gayenin temelinde sevgi vardır. Tabiatınca yürüyen her hareketin özü sevgidir.

Babamın sözlerini anlamakta zorlanmaya başladığımı hatırlıyordum. Bilmediğim bir dilden sırlar aktarıyor gibiydi. Onun hiç bu kadar ciddi ve anlaşılmaz konuştuğuna şahit olmamıştım. Ne kadar çok şey bildiğini görmekti belki beni hayretlere düşüren. Cümlelerini bir ayinde neşideler okur gibi ağırlaştırarak kuruyor, karşımda heybetle oturuyor, -belki de söylediklerinden dolayı ben her saniye onu daha heybetli görüyordum- ve yüzüme bakan gözleri sanki kalbime iniyordu. Her cümlesine kulak kesilmiş ezberlemeye çalışıyordum. Bazılarını yorumlayacak ve anlayacak kadar düşünemiyordum ama yine de hafızama yerleştirmek istiyordum. Dedim ya, babamı hiç böyle görmemiştim. Görevini yapmak üzere bütün benliğiyle işine kilitlenmiş insanların saygınlığını taşıyordu üzerinde. Devam etti:

-Bir madde tabii olan merkezinden ayrıldığında sevgiyle ayrılır ve oraya yine sevgiyle dönmeye çalışır. Ezelde harekete geçen eşya ebediyete sevgiyle yürüyecektir. Göklerde, yerlerde ve ikisi arasında ne varsa sevgiyle vardır. Hatta içinde sevgisi yeşermeyince günah bile işlenemez. Bunun içindir ki gerçek sevgiliye ulaşmaya engel olan her sevgi sahtedir. Dış yerine içi, suret yerine ruhu sevmek gerekir. Sevgi çoğalınca korkak kalp cesaret bulur çünkü, aptal zihin cilalanır, cimri el cömertleşir, kötü ahlak güzelleşir. Sevgi asillerin gönüllerine devadır. Hayat ancak sevgiyle tatlıdır ve sevgisiz dünyada hayat sürmek beyhudedir. Sen hayatını sevgiyle doldurmaya, her dakikanı sevgiyle yaşamaya bak babacım!. Ve nefes aldığın her saniyede bir adım daha sevgiye yürü!

Babama söz verdim.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:41:02
Hayatı güzelleştirmek


Anlatırlar ki penceresi Sadabad sarayına bakan sıbyan mektebinin bahçesinde yaseminlerin berrak ıtırları havuzun fevvaresinde kırılan sularla buluşurken dokuz-on yaşlarında sekiz çocuk, rahlelerinin başına oturmuş musıkî ve kıraat dersi alıyorlardı.

Hepsi Eyüpsultan köyünden olan bu çocuklar içinde İstanbul'un ünlü âlimlerinden inci taciri Celil Mirza'nın güzel kızı Bihruze de vardı. Hace muallim haftanın üç günü geliyor, dillere destan güzelliğiyle Haliç'in iftiharı sayılan küçük yalılardan güle oynaya mektebe varan çocukları bahçedeki kameriyenin altında yan yana diziyor, musıkî meşk ettiriyor, bendir, çeng, ney ve rebap usulü gösteriyor, sonra da şiir, Arapça ve Farsça çalıştırıyordu. Çocukların dördü hanende, diğer dördü sazende olarak yetişiyordu. Bihruze, hanende arkadaşlarına eşlik ederken çengini dizine koyup göğsüne yaslıyor, parmaklarının zarif hareketleri ney ve rebaba eşlik ediyordu. Mektebin köpeği o çalarken hiç ses çıkarmadan dinliyor, sanki onun çeng sesini anlıyordu. Hace muallim, Bihruze'nin, çengin tellerine dokunur veya parmaklarını perdeler üzerinde gezdirirken yaptığı zarif hareketlerin musıkîye çok yaraştığını ve ileride şarkılarını saraylarda sultanların dinleyeceğini her fırsatta ilan etmekten ve onu övebildiği kadar övmekten kaçınmıyordu. O ki ne kadar övülse o kadar layık idi; çeng nağmeleri onun ellerinde yanık ve içli bir hikâyeye, derin ve kadim bir nefese dönüşüyor, dinleyenlerin kalbine bir hüzün bırakıyor, ney ile yarışıyordu. Uzayıp giden dalgaları ve yemyeşil yamaçları perde perde dolaşan ve Kâğıthane'de hemen her kulağın alışık olduğu çeng sesinin en efsunlu hali sanki bu küçük çocuğun nefesiyle ruh buluyor gibiydi.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:41:17
O gün musıkî faslı bitmiş, güzel yazı için hokkalar rahlelerdeki yerlerini almıştı. Hace muallim, yazı meşki için getirdiği kitabı torbasından çıkardığı vakit ise bütün öğrenciler sevinçten ellerini çırpmaya başladılar. Çünkü en sevdikleri kitaptı bu. İçinde öyküler vardı ve o kitabın içindekiler üzerine yazı temrinleri yapmak her zaman bir eğlence olagelmişti. Hace muallim, kitabı öğrencilerden birinin önüne koydu. Çocuk, rastgele açtığı bir sayfadaki hikâyeyi kelime kelime okumaya başladı. Birkaç dakika içinde sınıfta bütün dikkatler hikâyeye çevrilmiş, okunan kelimeler ile yazan kamış kalemlerin cızırtısından başka ses duyulmaz oluvermişti:

" Mecnun'un kabilesi bir araya gelmiş ve Leyla'nın obasına bir haber göndermişlerdi:

- Bu delikanlı sevgisinden helak olacak; azıcık merhamet gösterseniz de bir kere olsun Leyla'yı görmesine izin verseniz ne ziyanı olur?

Leyla'nın obasından cevap geldi:

- Onun Leyla'yı görmesini engellememiz Leyla için değil, onun içindir. Zira o Leyla'yı görmeye dayanamaz diye korkuyoruz.

Bunun üzerine Mecnun'u getirmişler. Daha Leyla'nın kapısını araladıkları vakit Mecnun Leyla'nın gölgesini görmüş ve yere yığılıvermiş."
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 17:41:36
Hikâye bittiği vakit havuzun başında öncekinden daha derin bir sessizlik oldu. Fıskiyenin su şıkırtıları bile duyulmuyordu neredeyse. Hace muallim dersin bittiğini söyleyecekti, ama kimse yerinden kıpırdamıyordu. Bihruze birden kendini toparladı. O sırada beyaz kâğıda dökülen bütün siyah mürekkepler Leyla ve Kays isimlerini yazmıştı. İçine sevgi sindirilmiş bu hattın bambaşka bir tarz oluşturduğuna inandı. Harflerin her biri âhengin ve tenasübün üstatlar tarifine uygun görünüyordu. Şeyh Hamdullah yazsa böyle yazardı. Konu sevgi olunca Bihruze, hattın güzelleştiğini fark etti.

Hace muallim dersin bittiğini söylemedi, hayır, onun yerine musıkî meşki için herkesin hazırlanmasını söyledi. Sınıfta bir kıpırdanma oldu. Hanendelerin akıllarında hâlâ Kays'ın düşüp bayılması sahnesi vardı anlaşılan. Ritm başladı, nefesler birer birer ahenge girdi. Yunus güftelerinden birini geçmeye başladıklarında ise terennümler ağızlarında sanki can buldu ve seslerine öylece yansıdı. Akıllarında hâlâ hikâyedeki sevgi vardı. Hiç kimse diğerine söylemedi ama musıkînin güzelleştiğini fark ettiler.

Bihruze'nin çeng sesi bittiği zaman mektebin köpeği usulca yerinden kalktı, köşedeki eniklerinin yanına doğru ilerledi, her birini ayrı ayrı kokladı. Sevgi bahçeye yayılmış olmalıydı; enikler annelerindeki şefkatin daha bir güzelleştiğini fark ettiler.

Meşkin sonunda Hace muallim yerinden doğruldu. Böyle güzel talebeleri olduğu için şükretti. Bir kez daha yaptığı işin güzelliğinden memnun oldu, ömrünü eğitmeye adamış olmaktan mutluluk duydu. Hem de sevgiyle eğitmeye... Yazdırdığı hikâyedeki sevgi gibi... O gün dersin daha da güzelleştiğini fark etti.

Keşke bu hikâye dört yüz yıl evvel yaşanmış olsaydı, keşke o zaman kız çocukları da erkek çocuklarla birlikte mektebe varsaydı da oralarda bilim, sanat, edebiyat ve estetik okusalardı. Eğer öyle olsaydı biz de bugün hayatın güzelleştiğini fark edecektik.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 18:45:58
Bizim ahlakımız


"Sen örfü emret (A'raf, 199)"
Derler ki, papirüsler bulunduğu vakit yazıları çözmeye çalışan bilginlerin ilk okuduğu cümlelerden birisi 'Zaman kötüye gidiyor, gençlerimizi bu kötü gidişten korumak lazım!' imiş. İnsanın değişimi, insanla birlikte örf ve âdetlerin değişimi, sosyal hayat şartları ve kanunların değişimi, kısaca ahlakın değişimi insanları her zaman tedirgin etmiş ve çağdan çağa farklılaşan anlayışlar bir önceki nesil tarafından hep muhafaza edilmek istendiği için baba ile oğul, anne ile kız arasındaki kuşak çatışmaları süre gelmiştir. Nesilden nesle sirayet ederek belirginleşen bir çatışmadır bu üstelik ve temelinde 'ahlak' kavramı vardır.

İlk çağ insanlarının sosyal hayat şartları ve ahlak anlayışları ile günümüz ahlakî değerleri -özünü semavi emirlerden alan evrensel ahlak kaideleri hariç- aynı değildir. Adetullaha istinat eden evrensel insan ahlakı (doğruluk, yardımlaşma, iffet, ahde vefa vb.) bile toplumlara, coğrafyaya veya zamana göre değişkenlik gösteren gelenekleri ve töreleri ortaya çıkarır. Yani bir toplumun, evrensel ahlak dışında kalan ahlak anlayışı değişebilir, ancak yine de toplumun hedefi devamlılığı sağlayabilmek üzerine bina olunmuştur. Kuşakların ahlakını koruma maksatlı tartışmaların yapılması veya bu konuda titizlikle önlemler alınması biraz da ekonomik sıkıntılar, siyasi buhranlar, tabii felaketler gibi toplumun dengesini zedeleyen dış faktörlere bağlı olarak artar veya azalır. Çünkü bunlar hem toplum, hem de birey ahlakını zedeleyebilir. Bir vakitler, 'Ahâlî ızz ü devlette, reaya emn ü râhatta/ Hüner erbâbı rif'atte cihân yek-pâre nûrânî' (Halk yüce ve itibarlı, vatandaş huzur ve emniyette; hüner sahipleri de el üstünde tutulmakta... Velhasıl dünya baştanbaşa aydınlık) diyen şair ile, 'Olmuş o kadar halk-ı cihân mekrde üstâd/ Kim sâbıka-i şöhret-i şeytan unutulmuş' (İnsanlar hilekârlıkta o derece ileri gitmişler ki şeytanın bu konudaki şöhreti unutulup gitmiş!) şeklinde yakınan şair aslında biraz da bu dış faktörlerin etkisindeki değişim ve dönüşümlerle sarsılmaktadır. Şeytana pabucunu ters giydiren bu değişim elbette bir İslam toplumu için şikâyet etmeyi gerektirir. Burada önemli olan, ahlak kaidelerindeki değişimin seyrini muhtevadan ziyade şekle yönlendirmek ve krizi öyle yönetebilmektir. Biz bazen şekildeki değişimi muhtevaya yükleyerek gereksiz şikâyetlerde bulunabiliriz. Söz gelimi karşılaştığımız insan ile selamlaşmak bir evrensel ahlak kaidesidir. Bunu yaparken 'selamün aleyküm' demek İslam ahlakına uygundur.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 18:46:24
Bunun yanında 'merhaba' diyerek, başımızı hafifçe öne eğmek veya elimizi başımıza götürerek de selamlaşmak mümkündür. Burada selamlaşma eylemi ahlakın muhtevası, selamlaşırken takındığımız tavırlar ise ahlakın şeklidir. O halde bir toplumda 'selamün aleyküm' ile ifade bulan muhteva diğer toplumda şekil değiştirip sözden harekete inebilir, elin başa götürülmesiyle şekil tamamlanmış olur. İşte tam da burada, şekilde yapılan değişiklik, muhtevada imiş gibi algılanırsa kuşak çatışması kaçınılmaz olur. Bir zamanlar 'selamün aleyküm' yerine 'merhaba' demek sanki dine muhalefet gibi algılanır, öyle gösterilir idi. Hele bazı dinî hassasiyetler 'günaydın' kelimesine bile karşı çıkardı. Oysa görüyoruz ki selamlaşmanın muhtevası aynı kalmak koşuluyla yalnızca şekil değişiyor ve yıllar içinde bu hassasiyetler törpülenebiliyor. Elbette 'selamün aleyküm' sözü sünnete uygundur ve selamı böyle vermek bir ihlas göstergesidir, ancak böyle selam verildiğinde karşımızdaki selamımızı almıyorsa, yahut sırf bu yüzden kendini bize uzak hissediyorsa herhalde selamı da kesmek gerekmez. Toplumun görevi ahlakın özünde ve muhtevasındaki değişimi engellemektir, şekil ise kişileri ilgilendirir. Nitekim bu noktada iyi niyet ile iyi ahlakın örtüşüyor olması önemlidir ve insanları birbirine yakınlaştıracak her örf veya ahlak kaidesi evrensel ahlaka dahildir. İnsanlar arasındaki barış ve huzur ancak bu şekilde sağlanabilir. Muhataplar için olumlu sonuç vermeyen bir toplumsal ahlak anlayışı evrensel olamaz. Engizisyon mahkemeleri devrinde İspanyolların, Müslüman ve Yahudileri, sırf onların kâfir ruhlarını kurtarmak için diri diri yakmaları kendilerine göre bir iyilik faaliyetiydi. Oysa aynı hadiseye diğer yandan bakıldığında karşımıza milyonlarca cinayet çıkar. Bu çağ, maalesef evrensel ahlakı zedeleyen bir çağdır ve ahlakî yozlaşma yalnızca şekilde değil muhtevada da had safhaya varmıştır. Özgürlük adına, 'etik' kavramını yerleştirmek adına çevremizi kuşatan sapkınlıklar artık temel değerlerimizi sarsıyor. Evrensel insan ahlakı (doğruluk, çalışkanlık, yardımlaşma, iffet, ahde vefa vb.) dünyanın her yerindeki kadar bizim toplumumuzda da değer kaybına uğramakta. Çok şükür ki Müslüman bir toplumuz ve yine çok şükür ki hâlâ bazı örf ve âdetlerimiz, iman ve gayretlerimiz bazı ailelerimizde sapasağlam devam ediyor. İşte bu yüzden aynı şairin şu beyti bir tür tesellimizdir: 'Rüsûm-ı lutf u kerem halk içinde mensîdir/ Fakat alıp verilir bir selam kalmıştır.' Yani ki şöyle demek: "Halk arasında iyilik, lütuf, bağışlama gibi hasletler çoktan kaybolup gitmiş, lakin çok şükür ki alınıp verilir bir selam kalmıştır.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 18:47:01
Son mürit


Yunus Emre bir şiirinde "Cübbe vü hırka taht u tâc, bular verirler aşka bac/ Dört yüz mürîd ü elli hac, terk eyledi Abdürrezzâk" buyurarak mevki ve makamın, taht ve tacın, hatta sufilik ve dindarlığın da birer imtihan olduğuna vurgu yapıyor.

Sözünü ettiği kişi Şeyh-i San'an olarak bilinen Şeyh Abdürrezzak'tır. Menkıbeye göre, bu yüce adam Mekke'de 400 müride hidayet yollarını gösterip dururken rüyasında bir Hıristiyan kızı görüp âşık olmuş. Kızı bulmak için Bizans'a doğru yola çıkmış. Müritleri de peşinden yollara düşmüşler. Kız aslen Rum kayserinin koyu bir Hıristiyan olan kızı imiş ve Şeyh'in kendisine olan tutkusunu görünce onunla evlenmek için sırayla bazı şartlar öne sürmüş. Şeyh'in yapamayacağı şeylermiş bunlar. Şarap içmek, ibadetini kilisede yapmak, Kur'an'ı yakmak, beline papaz kuşağı bağlayıp dolaşmak, domuz gütmek... Şeyh, tamamen Hıristiyan ritüelleri içeren bu şartlara önce itiraz ettiyse de gönlüne söz geçiremeyip sonunda birer birer razı olmuş, hepsini birer birer yapmış. Bu arada biri hariç müritlerinin tamamı ondaki sapkın halleri gördükçe yavaş yavaş yanından ayrılmışlar. Artık kimisi onun çıldırdığını, kimisi de gerçekten Hıristiyan olduğunu söylüyorlarmış. Kayser'in kızına gelince o, isteklerine her defasında daha ağırını ekliyor ve bir türlü şeyhe rıza göstermiyormuş. Sonunda bir gün evlenmekten vazgeçtiğini söyleyip şeyhi kapısından kovmuş. Zavallı şeyh, nefsine uyup yoldan saptığıyla ve halk nazarında itibarını yitirmekle öylece kalakalmış. Kendisini terk etmeyen son müridiyle, Bizans sokaklarında, açta açıkta ve ayıplanmış olarak... Rivayete göre o son mürit, yıllar yılı şeyhe olanın Hak'tan geldiğine inanmış, hiçbir gün dedikodusunu yapmamış, aynı halin kendisine olmaması için dualar etmiş ve şeyhi hakkında daima iyilik istemiş.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 18:48:01
*

Yunus'tan 250 yıl kadar sonra bir başka şair (Hayali) şöyle diyor:

İbadetine güvenme ki sana pend yeter

Hemîn hikâyet-i Bel'am-ı Bâûr

Bu beyitten "İbadetine güvenme sakın, öğüt istiyorsan, Bel'am-ı Baûr'un başına gelenlere bakıp ibret al!.." gibi bir anlam çıkar. Sözü edilen Bel'am, Kur'an-ı Kerîm'de adı anılan (A'raf, 175) Baûra'nın oğlu Belam'dır. Hz. Musa zamanında yaşamış, ism-i azamı bilecek derecede yüksek mertebeler kazanmış bir kişi iken itibarına güvenmiş ve nefsine uyarak yoldan sapmış. Öyle ki sonunda halk nazarında adı lanetle anılmış ve çok kötü bir son ile hayata veda etmiş.

Aynı yüzyılın şairlerinden bir başkası da şöyle diyor:

Kâni olmazsın cihanda olsan da Kârûn-ı vakt

Zîr-i hâk olsa gerektir menzilin âh nidelim

"A beyim! Şu dünyada Karun dahi olsan bununla yetinmez haddi aşarsın ha?!.. Sonunda gideceğin yerin toprağın altı olacağından şüphe mi duyuyorsun?"

Karun, malum, Kur'an'da bahsi geçen (Mü'min, 24) Krezüs'tür. Rivayete göre o da Hz. Musa zamanında yaşamış, Musa aleyhisselamın duası berekatıyla dünya nimetlerine kavuşmuş ve yükselince nefsine uyup yoldan sapmış, halk nazarındaki itibarını yitirmiş, adı tarihe kötülükle anılmak üzere kalmış. İbret ki ibret!..
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 18:48:39
*

Ayağın yoldan sapması, aciz insanoğlunun en büyük imtihanlarından biridir ve insana dengeyi kaybettirir. Üstelik bu denge kaybı küçük bir inhirafa, küçük bir kulluk zafiyetine bağlı olarak bir bela-yı nâgehan misali birden geliverir. Burada marifet kulluğun acziyeti içinde ayağı sapıp itibarını kaybeden değil de sabit kadem olup o itibarı koruyan olabilmektedir. Çünkü iyi bir ad edinmek kolaydır da, o iyi adı koruyabilmek oldukça zordur. O yüzden mü'min kişi her elini açtığında "Rabbenâ, lâ tüziğ kulûbena... (Rabb'imiz! Bizleri hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphe yok ki Sen, bağışı bol olansın!)-(Âl-i İmran, 8)" diyerek dua etmeli, istiğfar üzre olmalıdır. Aksi takdirde iman ile küfür, kulluk ile şeytanlık, itaat ile isyan, güzel ile çirkin arasındaki o hassas ve ince nefis ipi üzerinde cambazlık etmek -ki biz buna ömür diyoruz- en büyük denge sınavlarından sayılır. Allah korusun, bir yanlış adım dengeyi bozuverir de ayağın kaymasına yol açarsa düşüş etrafa gümbür gümbür yansır. Burada da müminin tavrı düşene gülmek değil, bilakis Allah kendisini de aynı sınava tabi tutmadığı için şükretmek olmalıdır. Hele olmayanı yakıştırmak, hele bilmeden iftira derecesinde dedikodular yapmak!.. İşte bu, ciddi bir tevbeyi gerektirir. Elbette adımını yanlış atan kişi mağdur veya masum değildir; ama kalplerdekini de ancak Allah bilir. Bize düşen, onlara hidayet, kendimiz için de hak yolda ayaklarımızın sebatını dilemektir. Zira Mevlevi hazretlerinin "bin kere tevbeni bozmuş olsan da" hitabı o vakit anlam kazanır. Horasan'da bir eşkıya iken gördüğü bir işaret üzerine hak yola eren veli, Bağdat sokaklarında bulduğu kâğıtta Allah adı yazıyor diye öpüp başına koyarak mertebeler kazanan âbit veya Belh'te tac u tahtı terk edip hakikat yolculuğuna başlayan sultan, başlangıçta tıpkı Bizans yollarında nefsinin arzusunu arayan San'an şeyhi Abdürrezzak gibi değiller miydi? Kaldı ki Abdürrezzak'ın yanında kalan o son mürit var ya!.. İşte o temiz insan, şeyhine asla gülmemiş, diğerleri gibi asla dedikodusunu yapmamış, olup biteni Hak'tan bilmiş ve onun eteğini hiç bırakmamış. Şeyh, sonunda onun duası berekatıyla kendine gelmiş ve sahip olduğu nur ona yeniden dönmüş. Eski azgın hallerine tevbe edip Bizans'tan ayrılmış. Bu sefer onun gittiğini gören kız, yaptıklarına pişman olup imana gelmiş ve onu aramak üzere günlerce dağ bayır izini sürmüş. Aç susuz yollara serilmiş. Sonunda bir çölde şeyhi bulmuş. Ne var ki bu buluşmaya canı dayanmamış ve oracıkta ölüvermiş. Şeyh yanında kalan son müridin yardımıyla onu öldüğü yere defnedip başında dualar etmiş. Sonra da Kâbe'ye yönelmiş. Bu yolcuk onun için yeniden "Leyla'dan geçme, Mevla'yı bulma faslı" olmuş ve Kâbe'nin eşiğine yapıştığı an o da canını vermiş. Ölürken yüzündeki mutluluğa yine o son mürit şahit imiş...

Sınavı kazanan o son mürit...
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 18:49:30
Tezkireden Biyografiye

Biyografi için 'tarihin üvey evladı' denir. Doğru olabilir; illa ki tarihi yaratan en önemli unsurun biyografi olduğunu da göz ardı etmemek gerekir. Toplumsal hafıza biyografi ile harmanlandığı zaman bambaşka bir anlam kazanır ve tarih bilimi, ataların yapıp ettiklerinin hikâyesinden öte, zamanın devam eden ruhuna dönüşür.

Biyografi yazımı bir İslam geleneği olarak başlamış, çeşitli meslek erbabını anlatan hal tercümeleri derlenerek sürdürülmüştür. Sultanlar, vezirler, bilginler, şairler, sanat ve meslek erbabı kişiler vb. pek çok alanda biyografik eserler oluşturmak, tabakat veya tezkire adı altında muhtelif hayat hikâyelerini birbirine eklemleyip durmak, yüzyıllar boyunca İslam medeniyet coğrafyasının entellektüel uğraşları arasında önemli bir yer işgal etmiştir.

Osmanlılarda şairlerin hayat hikâyelerini derlemiş ilk müellif olan Edirneli Sehi Bey, eserine Heşt Bihişt (Sekiz Cennet) adını koymuş (1538) ve sekiz bölüm halinde o güne kadar yaşamış yahut yaşamakta olan şairleri anlatmıştır. 1950'lere kadar süren bu klasik gelenek modernleşme sürecinde yeni imkânlarla evrilmiş ve bugünkü tarih ve edebiyat araştırmacılarına kaynaklık edebilecek şekle bürünmüştür. Tarihte kalmış şairlerin hayat hikâyeleriyle ilgilenenler, bugün şu üç isme çok şey borçludurlar: Prof. Dr. Haluk İpekten, Behçet Necatigil ve Prof. Dr. Mustafa İsen. Bilindiği gibi Haluk İpekten tezkirelere dikkat çeken ve bu konuda ilk bilimsel çalışmaları başlatan bilim adamıdır. O, daha 1970'li yıllarda Erzurum gibi bir taşra vilayetinde yer alan Atatürk Üniversitesi'nde biyografiyi bir ekol haline dönüştürüp tezkirelerin bir ders adı olmasını sağlayan hocadır. Behçet Necatigil şair kimliğinin bütün hücrelerine yayılmış şiir heyecanıyla Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü adlı eserini bilim dünyasına kazandırmış olan sanatçıdır. Mustafa İsen ise biyografiyi, Haluk İpekten hocamızın hayallerini gerçekleştirmenin çok ötesine taşıyan, bu konuda yaptığı yayınlar ve yetiştirdiği öğrenciler[1] ile klasik biyografi geleneğine ufuk açan bilim adamıdır. En son yayınlanan Tezkireden Biyografiye (Kapı Yayınları, Nisan 2010) adlı araştırma kitabı bütün bu çalışmalarının bilimsel ve kültürel manada ne derece önemli olduğunu göstermek bakımından her araştırmacının istifadesini mecburi kılar.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 18:50:04
Mustafa İsen adını tarih ileride nasıl kaydedecek bilemiyorum. Çünkü onun bilimsel kimliği yanında ondan hiç de aşağı olmayan kültürel ve bürokratik iki kimliği daha var. Üniversite çatısında bilimsel kitaplar yayınlamanın ötesinde ülke meselelerini kültürel açıdan irdelemek ve çözüm getirmek konusunda da adı önde anılan bir bürokrat. Yürüttüğü TEDA (Türk Edebiyatı'nın Dışa Açılımı) projesi ile Türk edebiyatının dünya yolculuğunu hızlandırmış, müsteşarlık yaptığı yıllarda kültürün çıtasını yükseltmiştir.

Bizim ülkemizde bilim adamlarının kültürel konulara katkısı hep tartışılmış ve bilimi kültür alanına taşıyanlar popülerlikle, yahut bilimden uzaklaşmakla itham edilmişlerdir. Bunun bir sebebi de bilim ile kültürü imtizac ettirebilmenin zorluğudur. Mustafa İsen, bu ikisini bir arada taşımak, sınırlarını belirlemek ve ne zaman kültürün, ne zaman bilimin baskın olacağına karar vermek bakımından başarılı olduğu için adı öndedir. Bilim ile kültürü birleştirebilmek zordur ve bunu yapmak, şekeri suda eritmek kadar yalın bir lezzet anlamına gelir. Nitekim onun Tezkireden Biyografiye adlı eserini okuyanlar, bu lezzetin farkına varır, bilimsel verileri heyecanlı bir kültür diliyle okumanın hazzını yaşarlar. Dahası, tezkirelerin sürprizli kapılarından girerek Osmanlı kültür ve sanat coğrafyasında hayranlık verici sahnelerle karşılaşır, tarihin yalnızca kronolojiden ibaret olmadığını, hazin gözyaşları veya şuh kahkahalar arasında hayatın akıp gittiğini görürler. Sayfalar arasında karşılaşılan bilgiler ise nasıl büyük bir uygarlığın mirası üzerinde oturduğumuzu bize hissettirir. Bu kitap okuyucusunu önce tarihe götürür, orada yüzyıllar akarken sanki Balkanlardan Bağdat'a, Azerbaycan'dan Diyarbakır'a yol alarak bütün bir Osmanlı coğrafyasına seyahat ettirir; üstelik yolculuğa şiir yükü taşıyan bir kervanın ılık akşamları kuşatan ceres sedalarından çalınmış bir romantizm katar. O vakit anlarız Türk şiirinin gür haykırışlarla doldurduğu semaların genişliğini ve o vakit bir kere daha hayran oluruz Divan edebiyatının söz sultanlarına. Gel gelelim "Kemâle erse bir nesne felek anı zevâl eyler - Üsküplü Haki (bk. Tezkireden Biyografiye, s.254)" buyrulmuştur ve kemalin zevalini yaşayan şimdiki nesiller bu kemali anlamak için bu eski kitapları okumaya muhtaçtırlar.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 18:55:47
KİTAPLARDA ÖLMEK

Adı, soyadı

Açılır parantez

Doğduğu yıl, çizgi; öldüğü yıl, bitti

Kapanır parantez

O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı

Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları

...

Ne varsa orda

Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci

...

Behçet Necatigil

[1] Bu öğrencilerden biri Haluk İpekten Hoca'nın da öğrencisi olan ve Latifi Tezkiresi üzerine çok değerli yayınlar yapan, ömrünü onunla bereketlendiren Rıdvan Canım, diğeri de Mustafa İsen'in öğrencisi olarak Âşık Çelebi Tezkiresi'ne yıllarını harcayan Filiz Kılıç'tır. Nevşehir Üniversitesi Rektörü de olan Filiz Kılıç'ın 6-8 Mayıs 2010 tarihleri arasında düzenlediği "Prof. Dr. Mustafa İsen Adına Uluslar Arası Klasik Türk Edebiyatında Biyografi Sempozyumu" hocasına gösterdiği bir vefa borcundan öte, elliden ziyade yerli ve yabancı bilim adamının katkı sağladığı ve biyografi geleneğini yeniden gündeme taşıyan, çok güzel bildiriler sunulduğu bir bilgi şöleni olmuştur.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 18:59:26
Sultan&Şah


O kayıp şairin, zamanlar öncesinde "Bir hadise var cân ile cânân arasında" dediğini sık sık hatırlar, hayıflanırım. Çünkü güneş, can ile canan arasındakinden ziyade rakipler arasındaki hadiselere, kardeşler arasındaki hadiselere şahit olmuş durmadan.

İşte Habil ile Kabil arasındaki hadise, işte Timur ile Yıldırım arasındaki hadise, işte Uzun Hasan ile Fatih arasındaki hadise ve diğerleri. Benim yaşımda olanların 12 Eylül öncesinin anarşi ortamında sık karşılaştığı da aynı hadise idi. Hepsi kardeşi kardeşten ayıran veya kardeşi kardeşe kırdıran hadiseler... Bir de Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasındaki hadise. Biz bu hadisenin adını Çaldıran koymuşuz. Sünnilik veya Alevilik koymuşuz. Türk ile Türkmen, Safevi ile Osmanlı, Sultan ile Şah, Oğuz ile Kayı koymuşuz. Biz bu hadisenin adını İstanbul ile Tebriz koymuşuz.

Bu hadisede dolu iki testi birbiriyle tokuşur ve biri kırılır. Peki ya kırılan ile kıran yer değiştirse ne olurdu dersiniz?!.. Şah ile Sultan arasındaki hadisenin beni etkileyen pek çok yönleri var elbette.[1] Ama araştırmalarım bana öyle yürek yakıcı bir tavır öğretti ki izini sürseniz insanlık macerasını devşirirsiniz. Önce Köroğlu'ya kulak verelim: "Benden selam olsun Bolu Bey'ine / Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır / Ok gıcırtısından, kalkan sesinden / Dağlar sada verip seslenmelidir// Düşman geldi tabur tabur dizildi / Alnımıza kara yazı yazıldı / Tüfek icat oldu mertlik bozuldu / Eğri kılıç kında paslanmalıdır."
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 18:59:46
Bu koçaklamanın gür sadasını Bolu dağlarından Çaldıran sahrasına taşırsanız aynı sesi binlerce Türkmen'in ağzından duyar gibi olursunuz. Çaldıran sahrasının yaslandığı dağlardan esip gelen yakıcı rüzgârların yaladığı bedenler o alev gününde yere düşerken sahrada yalnızca ok gıcırtısı ve kalkan sesi yoktu. Orada ilk defa Türkmen süvarileri top ve tüfek sesi işitip öldüler. Bu ölüm bedenlerden ziyade kimliklerin ölümüydü. Törenin, geleneğin, yol yordamın ölümüydü. Çünkü tüfek icad olmuş, mertlik bozulmuş, eğri kılıç kınında paslanmaya durmuştu.

Çaldıran'da ordu millet olan Türk'ün düzenli ordusuyla aşiret süvarisi çarpışmıştı. Birincisi moderniteyi ve teknolojiyi, ikincisi göçebe gururunu temsil ediyordu. Türkmen süvarilerinin göçebe asabiyeti top ve tüfeklerin gümbürtüsüne uymuyordu. O herc ü merc arasında psikolojileri bozulmuş, at sırtında bile olmayan sefil (!) piyadelerle savaşmak gibi bir tenezzülsüzlük veya onursuzluk içinde şevkleri kırılmıştı. Elbette Çaldıran sahrasındaki savaşı sırf bu yüzden kaybetmediler, ama çoğu sırf bu yüzden öldüler. Kaç yüz yıldır ömrü ırmak boylarında ve at sırtında geçen Ötüken çocukları, savaşmak için hantal top ve tüfekleri taşımaya hiç niyetlenmediler ve diğer kardeşlerinin piyadelik ederek sahiplendikleri namlular önünde can verdiler. Bu namluların sahipleri zamanın gereğince davranıyorlardı, ama karşısındakiler onlardan insana fırlatılan kurşunların hayatı alıp götürmesine içten içe güceniyorlardı. Onlara göre ok, düşmanı yaralayıp etkisiz bırakır ve ölüm yerine civanmertçe bir zaferi getirirdi. Bu yüzdendir ki bir süvarinin, kurşun atan ölümcül bir silahı kullanması cengaverlik ruhuna aykırı düşüyordu. O güne kadar ateşli silahlarla hiç karşılaşmamış göçebe süvarinin Çaldıran'daki kahramanlığı işte bu psikoloji ve hayal kırıklığı ile yere serilmişti. Üstelik bu namluların gümbürtülü seslerine atları da tepki göstermiş, kılıç ve kalkan sesi duyarak şahlanmayı beklerken ilk defa duydukları bu korkunç sadalarla Çaldıran sahrasını birbirine katmışlar, süvarilerine itaatten kalmışlardı.
Nom: Re: İSKENDER PALA
Yuborildi: Ansora 21 Yanvar 2011, 19:00:35
Tüfeğin icadı ile bozulan mertliğe isyan edenler yalnızca Çaldıran'da görülmemiştir. II. Viyana kuşatması uzayıp da asker sıkıntısı çekildiğinde Osmanlı yeni birliklere ihtiyaç duydu ve Boz-Ulus, Yeni-il, Dul Kadırlı gibi Türkmen boylarından asker istedi. 1691 Ağustosu'nda Salankamen harbine katılan bu askerler ordudaki Kürtler ile birlikte top ateşine dayanamayıp meydandan dönmüşlerdi. Yaptıkları bir korkaklık değildi; hayır, farklı bir algılama biçimiydi. Onlara göre insan savaşacaksa şöyle bir at sırtında, elinde yayı ve okuyla, kılıcı ve kalkanıyla şahlanarak düşman üstüne atılmalıydı.

Asyalı feodal toplumların pek çoğu, modern zamanların savaş teknolojisine bir türlü uyum sağlayamamışlar, üstelik uzun asırlar boyunca düşmanının ateşli silahlarına gerekli önemi de vermemişlerdir. Oysa savaşmak için lenduha silahlar taşımanın "Bir süvari için pratik olmadığı" bahanesi, yalnızca bir bahane idi. Onlara göre at kişnemesinden, ok gıcırtısından, kalkan sesinden dağlar sada verip seslenmeliydi. Süvari birlikleriyle ünlü Memluk ordusu bu yüzden yok olmuş, İran'ın Zaferlü Kürt boyu, Rusya'nın destanlar yazan asilzadeleri veya Japonların onur abidesi samurayları bu yüzden hazin bir son ile yüzleşmişti. Onlara göre savaşmak bir cinayet değil bir sanat olmalıydı ve ateşli silahlar cinayetin başlangıcı oluyordu. Onlar bu yüzden öldüler. Öldüler ve tarih oldular. Öldüler, ama şerefli gözyaşlarıyla öldüler, civanmert yiğitler olarak öldüler.

Çaldıran'da Osmanlı'nın cihangirleri için de destanlar yazıldı. Orada Selim ile İsmail, Hüseyin ile Ömer birbirine denk idi. Her ikisi de birer deha olarak birbirleri üstüne atıldılar. Biri mağlup olacaktı. Oldu.

Gelin biz yine şaire kulak verelim ve hadisenin özünü rakipler üzerinden değil canan üzerinden terennüm edelim, rakipleri canan eyleyelim. O vakit "hadise" de bize gülümseyecektir.

"Bir hadise var can ile canan arasında"

[1] Bugünlerde Şah ile Sultan'ı anlatan bir romanın sonuna geldim. 24 Ağustos'ta Çaldıran sahrasına gidip, Tebriz'de son cümlesini yazacağım inşallah. Güzeller güzeli Taçlı'nın hikâyesi etrafında tarihî hakikatlerin bilinmesi ve açılıma bir katkı niyetine...