Eğitici, düşündürücü makeleleri paylaşıyoruz...  ( 27750 marta o'qilgan) Chop etish

1 2 3 4 5 B


Ansora  06 May 2010, 13:51:04

O SÂHİBİNE TESLİM OLDU

Sultan İkinci Murâd Hanın otuz bin akçe değerinde bir atı vardı. At, yanına kimseyi yaklaştırmıyordu. Birgün Sultan Murâd, Emîr Sultan'ı ziyâret için gittiğinde; "Biz sizin için bir at almıştık. Siz nasıl isterseniz öyle yapalım. Atı getirecek birisini verin de atı size gönderelim." dedi. Bu arada Emîr Sultan'ın yanında bulunan talebelerinden, Hacı Baba denilen bir zât vardı. Sultânın sözü üzerine; "Ah! Hocam bu hizmeti bize verse de, atı alıp gelsem, atın timar ve bakım işlerini yapsam." diye kalbinden geçirdi. Emîr Sultan hazretleri ona dönerek; "Ey Hacı Babam! Gidin o ata, "Senin şimdiki sâhibin, Allahü teâlânın emrine mutî olup, fermânına mahkûm olmuştur. Sen dahî sâhibine tâbi olup, Allahü teâlânın emrine itâat edip, kötü huylardan vazgeçer misin?" deyin. Bakalım ne işâret eder?" dedi. O da hemen atın yanına gidip, hocası Emîr Sultan'ın dediklerini söyleyince, at üç defâ başını önüne eğip kaldırdı. O, hemen hocasının yanına gidip durumu arz etti. Bunun üzerine Emîr Sultan; "Hacı Baba, o kötü huylarını terk etti. Siz ondan kaçmayın, onu tımar edin." dedi. Bunun üzerine, Hacı Baba, hiç korkmadan atı alıp, eve getirdi. Emîr Sultan hazretleri o ata binip, Cumâ günleri câmiye giderdi. Hacı Baba da, her gün o ata binerek pazar işlerini görürdü. O atı bir kenara bağlar, çarşıya giderdi. At, yanına yaklaşmak isteyen bâzı kimselere saldırır, onları öldürmek isterdi. Onlar, o attan canlarını zor kurtarırlardı. Daha sonra bu saldırdığı kimselerin bid'at, kötü îtikâd sâhipleri olduğu anlaşıldı. Atın yanından Ehl-i sünnet itikâdında olan biri geçse, ona başını eğip, sâkin sâkin dururdu. Bu hâli o kadar meşhûr olmuştu ki, çarşı halkı o atı görünce, bid'at sâhiplerine yanına yaklaşmamaları için tenbihte bulunurlardı.


Qayd etilgan


Ansora  06 May 2010, 13:51:25

ESARETTEN KURTULUŞ

Talebelerinden Yahyâ isimli bir zât düşman ile yapılan savaşlardan birine katılmak istedi. Bunun için hocası Emîr Sultan'dan izin aldı. Emîr Sultan; "Bu gittiğin gazâdan başka gazâya gitmeyesin." diye tenbihde bulundu ve onun için hayır duâ etti. Düşmana karşı yapılan savaşa katıldı. Düşman yenildi ve çok mikdârda ganîmet elde edildi. Aradan zaman geçti.Arkadaşları o talebeye; "Bir gazâya daha gidelim, sen hayırlı bir kişisin, aramızda bulun." dediler. Onlara; "Hocam ikinci defâ savaşa katılmama izin vermedi." demesine rağmen, arkadaşları ısrar etti. Onların ısrârına dayanamayarak yola çıktı. Yolda kalabalık bir düşman topluluğu ile karşılaşınca savaşa başladılar. Bu savaşta kimisi şehîd oldu, kimisi esir düştü. O talebe de esirler arasında idi. Onları bir kaleye götürüp, zindana attılar. Yahyâ Efendi, hocasını vesîle ederek Allahü teâlâya yalvarıyordu. Bir gün kale kapıcısının bir yakını, onu yanına getirtti. Yanındaki adamları çıkardı. Başbaşa kaldılar. Ondan hocası Emîr Sultan'ı sordu. Kendisinin îmân ettiğini söyledi. Sonra ona; "Bundan sonra sana düşman elbisesi versinler, çekinmeden giy. Ben de onlara; "Bu esir, bizim dînimize girdi, buna zahmet vermeyin diyeyim. Sen, hiç olmazsa tenhâ yerlerde Allahü teâlâya ibâdetle meşgûl olursun." dedi. O da onun dediklerini kabûl etti. Tenhâ yerlerde Allahü teâlâya yalvarıp, hocasını düşünüyordu. Bir gün oturduğu yerde, kulağına çeşitli gürültüler geldi. Bir alay askerin yaklaştığını sandı. Kalbinden de; "İnşâallah, kurtuluş zamânı gelmiştir." diye geçiriyordu. O sırada kendisini bir elin tuttuğunu gördü. Fakat elin kime âid olduğunu tahmin edememişti. Birden kendisini Bursa'da buldu. Düşman diyârında iken günlerden Cumâ idi. Bursa'daki müslümanların Cumâ namazı için câmiye gittiklerini gördü. Bulunduğu yer, hocasının dergâhına yakın bir yer idi. Karşı tarafta birkaç kişi; "Bu filân değil midir?" diye söyleşiyorlardı. Onu ismiyle hatırladılar, fakat üzerindeki düşman kıyâfeti onları şaşırtmıştı. Gidip durumu Emîr Sultan'a anlattıklarında, "O, bizim dostlarımızdan olup, yedi yıldır düşman elinde esir idi. Kurtulması için Allahü teâlâya yalvarıyordu. Elimizi uzatıp, Allahü teâlânın yardımı ile kurtardık. Gidip onu yanıma getirin." Onlar Yahyâ Efendiyi Emîr Sultan'ın huzûruna götürdüler. Emîr Sultan hazretlerinin eşiğine yüz sürdü ve teşekkür etti. Ondan sonra uzun yıllar hocasının hizmetinde bulundu.


Qayd etilgan


Ansora  06 May 2010, 13:51:41

1) Kitâbü Cevâhirnâme
2) Menâkıb-ı Emîr Sultan; Üniversite Kütüphânesi No: 6412
3) Hulâsat-ül-Vefeyât; v-8
4) Şakâyık-ı Nu'mâniyye; c.1, s.59
5) Kâmûs-ul-A'lâm; c.2, s.1041
6) Tuhfet-ül-Ahbâb; c.1, s.33
7) Yâdigâr-ı Şems; s.4
8) Menâkıb-ı Emîr Sultan; Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd kısmı No: 4564
9) Zübdet-ül-Menâkıb; Üniversite Kütüphânesi No: 2370
10) Menâkıb-ı Emîr Sultan; Bâyezîd Umûmî Kütüphânesi No: 3832
11) Tam İlmihâl Seâdeti Ebediyye; (49. Baskı) s.1074
12) Güldeste-i Riyâz-ı İrfân; s.70
13) Sicilli Osmânî; c.3, s.159
14) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi; s.76
15) Vefeyâtnâme (Baldırzâde); v-3
16) Rehber Ansiklopedisi; c.5, s.109
17) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.356
18) Tâc-üt-Tevârih; c.5, s.44

Qayd etilgan


Ansora  06 May 2010, 13:53:26

EBÛ EYYUB EL-ENSÂRÎ
(ö.52/672)

Medineli müslümanlardan ve hicret sirasinda Hz. Peygamber'i evinde misafir eden sahâbî.

Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd el-Ensarî en-Neccârî (r.a.); Ensâr'in Hazrec kabilesinin Neccârogullari koluna mensup olup, annesi Zehra binti Sa'd'dir. Abdülmuttalib'in vâlidesi tarafindan Rasûlullah'la akraba olan Ebû Eyyûb, Ikinci Akabe bey'atinda hazir bulunmus, Rasûlullah'a iman etmistir (Ibn Ishâk, Ibn Hisâm, es-Sîre, II, 100; Ibn Sa'd, et-Tabakat, III, 484; Ibn Abdülberr, el-Istiâb, IV, 1606; Ibnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe, VI, 25; ez-Zehebî, Siyer A'lâmü'n-Nübelâ, II, 288).

Medine, müslümanlar için emin bir yer olduktan sonra Mekke'de Rasûlullah (s.a.s.) ile birkaç müslüman kalmisti. Rasûlullah da hicret yolculuguna çIkinca bunu haber alan Ebû Eyyûb her gün Medine'ye yakin Hire ad verilen yerde onun yolunu gözlerdi. Nihâyet Rasûlullah görününce bütün Neccar'lilari toplayarak Rasûlullah'i karsiladi. Bütün müslümanlar Rasûlullah'i kendi evlerinde mIsafir etmek istiyordu. Bunun üzerine Rasûlullah devesini serbest birakti. Kusva adli bu deve Ebû Eyyûb'un evinin önünde çöktü. Ebû Eyyûb bu olayi söyle nakletmistir: "Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) evimizin alt katina yerlesmisti. Ben de üst kattaki odada idim. Bir gün yukaridan yere bir miktar su dökülmüstü. Suyun tavandan sizarak Rasûlullah'in üzerine gelmemesi için suyu bir bez parçasi ile kurutmaya çalistik. Bunun üzerine Rasûlullah'in yanina inip dedim ki: 'Ya Rasûlallah, senin bulundugun bir yerin üstünde bulunmak bize yakismaz, yukaridaki odaya tesrif etmez misiniz?' Rasûlullah o günden sonra üst kata çikti" (Müslim, Sahih II, 192). Ebû Eyyûb ile zevcesi Ümmi Eyyûb Rasûlullah'in yemegini hazirlardi. Bir gün soganli bir yemegi Rasûlullah yemeyip, "Onu yiyemedim, çünkü bu yemekte sogan oldugunu gördüm, ben ise sogandan hoslanmam; fakat siz Isterseniz yiyin onu yemekte bir sakinca yoktur'' demis, Ebû Eyyûb da, "Ya Rasûlallah, sizin hoslanmadiginiz seyden biz de hoslanmayiz" demistir (Müslim, Sahih, II, 198).

Rasûlullah, Ensâr ile Muhacirler arasinda gerçeklestirdigi "kardeslik" olayinda Ebû Eyyûb'e kardes olarak Hz. Mus'ab b. Umeyr'i seçmistir. Ebû Eyyûb'un evinde yedi ay kalan Rasûlullah'a Medine'de mihmandarlik yapan Ebû Eyyûb, Bedir, Uhud, Hendek ve diger bütün gazvelerde Rasûlullah'in yaninda Islâm cihad hareketlerine katIlmistir (Ibn Sa'd, et-Tabakat, 485; Hâkim, el-Müstedrek, III, 458; ez-Zehebî, A'lâmü'n-Nübelâ, 290).

Rasûlullah'in vefâtindan sonra da bütün gazâlarda yer almistir. Hz. Ali'nin hilâfeti döneminde onunla birlikte Hâricilere karsi savasmistir. Hz. Ali'nin Medine'deki kaymakami olan Ebû Eyyûb'un Halid ve Muhammed adli Iki oglu, Umre adinda bir kizi vardi. Hz. Ali (r.a.) devrinden sonra Muaviye zamaninda Misir'a gitti. Misir valisi bir aksam namazina geç kalmisti. O zaman namaz konusunda çok titiz davranan her sahâbî gibi Ebû Eyyûb söyle demistir: "Rasulullah'in, 'Ümmetim aksam namazini yildizlarin gökyüzünü kaplamasina kadar tehir etmedikçe hayir üzeredir, fitrat üzeredir' dedigini duymadin mi? " "Duydum" diyen Ukbe'ye, "O halde neden aksam namazini geciktirdin?" diye sormus; çok mesgul oldugunu söyleyen Ukbe'ye söyle demistir: "Senin bu yaptigini görerek, halkin Rasûlullah da böyle yapardi zehâbina düsmesinden endise ederim" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 147).

Rasûlullah (s.a.s.) Istanbul'un fethini ashâbina anlatip, "Istanbul elbette fetholunacaktir; onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335) diye müjdelemistir. Hicrî 52. yilda Muaviye oglu Yezid kumandasindaki müslümanlar Istanbul'u kusattilar. Islâm akîdesinin dünyanin dört bir yanina yayIlmasi husûsunda çok canli ve diri bir gayrete sahip olan müslümanlar Istanbul'un fethi ve Islâm devletinin sinirlarina dahil olmasini siddetle arzuluyorlardi. Hz. Ebû Eyyûb el-Ensâri bu seferin hazirlanmasi için çok çalismis ve sefere karsi çikanlara ögütlerde bulunmustu. Uzun bir yolculuk yapan Ebû Eyyûb yasinin çok ilerlemesinden dolayi Istanbul'a yaklastiklari bir sirada hastalanmis, Yezid'e, öldügü takdirde cenazesinin hemen gömülmeyerek ordunun varacagi en ileri noktaya kadar götürülmesini ve o yerde gömülmesini vasiyyet etmisti. Burada defnedilen Ebû Eyyûb müslümanlarin Istanbul'da bir sembolüdür. Istanbul, ashab devrinden baslamak üzere defalarca muhâsara edIlmis, nihâyet bu sehri fethetmek 1453 yilinda Fatih'e nasip olmustur. Ebû Eyyûb'un ölüm döseginde su hadisi rivâyet ettigi zikredilir; "Bir Insan Cenâb-i Hakk'a bir ortak kosmaksizin ruhunu teslim ederse, Allah onu cennete koyar."

Kisiligi, Ahlâki, Fazileti

Ebû Eyyûb'un fazîlet ve kemâl itibariyle yüksek bir makami vardi. Rasûlullah'in egitiminden geçmis bir sahâbî olarak onun sünnetine çok önem verir, bir yanlislik gördügünde dogrusunu anlatir, hemen sünnetin uygulamasina çalisirdi. Islâm ordusu Istanbul'u kusattiginda hastalanan Ebû Eyyûb, o hâliyle bile Allah Rasûlünden su hadisi nakletmistir: "Kostantiniyye surunun dibine sâlih bir kisi gömülecektir." Umarim ki o kisi ben olayim (Ibn Abd Rabbîh, el-Ikdü'l Ferîd, II, 213). Ordu komutani Yezid Ebû Eyyûb'un tabutunu askerlerin ortasina almis, askerler de çarpismalarda bu tabutu koruyarak ilerlemislerdir. Istanbul surlarini korumakta olan Bizans kumandani bu garib durumu görünce, "Bu nedir?" diye sormus, Yezid de, "Bu bizim peygamberimizin sahâbisidir. Bize senin ülkende içerilere dogru götürülüp gömülmesini vasiyyet etti. Biz de onun bu Istegini yerine getirecegiz. " Bizans kumandani: "Sen ne akilsiz adamsin. Sen dönüp gidince biz onu köpeklere yem ederiz." Yezid: "Eger onun kabrini açtiginizi veya cesedine birsey yaptiginizi duyacak olursam ben de bütün Suriye'de öldürmedik hiristiyan, yikmadik kilise birakirsam bu ölüye ikramima sebep olan zat-i Peygamber'i (s.a.s.) inkâr etmis olayim." Bunun üzerine kumandan söyle demistir: " Ben onun kabrini elimden geldigince koruyacagimâ Mesih hakki için söz veriyorum." Surlarin disinda defnedilen Ebû Eyyûb'un kabrinin üzerinde sonradan bir kubbe yapIlmis ve bu mübarek adamin kabri müslümanlarin ve hiristiyanlarin saygi gösterdikleri bir yer olarak korunmustur. Ebû Eyyûb el-Ensari hazretleri, Hayber savasindan dönülürken Rasûlullah'in çadirinin çevresinde kendiliginden bütün gece nöbet tutmus, Rasûlullah onun için, "Allah'im, beni koruyarak geceledigi gibi, sen de Ebû Eyyûb'u koru" diye dua etmistir (Ibn 0shâk, Ibn Hisâm, es-Sire, III 354-355).

Habib b. Ebî Sâbit'in naklettigine göre, Ebû Eyyûb el-Ensâri Muaviye'ye gidip borçlu oldugundan yakinarak yardim Istedi. Muaviye ona yardim etmedi. Ebû Eyyûb, Muaviye'ye, "Rasûlullah'in 'Benden sonra is basindakilerden bencillik göreceksiniz' diye buyurdugunu isittim" dedi. Muaviye, "Peygamber efendimiz bunu söylerken size de bir tavsiyede bulunmadi mi?" dedi. Ebû Eyyûb, "Sabretmeyi tavsiye etti" dedi. Muaviye, "O halde siz de sabrediniz" deyince Ebû Eyyûb ona, "Vallahi bundan sonra senden hiçbir Istekte bulunmayacagim" diyerek Hz. Ali'nin Basra valisi Ibn Abbâs'a gitmis ve Ibn Abbâs evini ona tahsis ettigi gibi yirmi bin dirhem para vermisti (Kenzü'l-Ummâl, VII, 95). Imam Ahmed'den yapilan bir nakle göre Ebû Eyyûb söyle demistir: ''Kim Allah'a ortak kosmadan ölürse, cennete gider" (el-Bidâye, VIII, 59).

Ebû Eyyûb, savas meydaninda Islâm askerlerini asip Rumlara tek basina saldirir, Rumlarin içine kadar ilerler ve geri dönerdi. Herkes onun kendini tehlikeye attigini söylediginde de, "kendimizi tehlikeye atmak düsmana hücum etmek degil, asil tehlike mallarimizin bakimi ile ugrasip cihadi terketmektir" demistir (Beyhâki, IX, 99; Ibn Kesir, I, 228).

Sâlim b. Abdullah'in rivâyetine göre, Abdullah b. Ömer, onun dügününe Ebû Eyyûb'u da çagirmis; Ebû Eyyûb, Sâlim'in evinin duvarlarinin yesil perdelerle süslenmis oldugunu görünce, "Siz de mi duvarlariniza perde asiyorsunuz" demis, Abdullah b. Ömer de, "Ya Eba Eyyûb, kadinlarla basa çikamadik" diye cevap vermis; bunun üzerine Ebû Eyyûb "Pek çok kimse kadinlarla basa çikamasa da senin basa çikamayacagini ummazdim. Ben ne sizin evinize girer, ne de yemeginizi yerim" demistir (Kenzü'l-Ummâl, VIII, 63).

Peygamber efendimizden sunu rivâyet etmistir:

''Müslüman kisinin kardesi üzerinde yerine getirmesi gereken alti hakki vardir. Bunlardan birini yapmadigi zaman, alti hakkindan birini yerine getirmemis olur: 1- Ona rastladiginda selâm vermesi, 2- Onu yemege çagirdigi zaman dâvetine icâbet etmesi, 3- Aksirdigi zaman ona dua etmesi, 4- Hastalandigi zaman ona ugramasi, 5- Öldügü zaman cenazesinde bulunmasi, 6- Kendisinden nasihat ve yol göstermesini Istedigi zaman ona yol göstermesi" (Buhâri, el-Edeb, 134).

Istanbul muhasarasi sirasinda sehid olan Ebû Eyyûb el-Ensâri bugün Istanbul'un Eyüp ilçesindeki Eyüb Sultan Camii avlusunda bulunan türbesinde yatmaktadir. Kabri ile ilgili olarak, (bk. Taberî, Târih, III 2324 Ibnü'l-Esir, Üsdü'l-Gabe, V, 143; Hâfiz Huseyn b. Hacci, Hadîkatü'l Cevâmî, I, 243) adli kitaplarda sözedIlmektedir. Türbesi yillarca müslümanlarin ziyaret yeri olmustur; bugün de halk Ebû Eyyûb'un türbesini büyük kalabaliklar halinde ziyaret eder. II. Mahmud, Topkapi Sarayi hazinesindeki Hz. Peygamber'e âit kutsal esyadan "Kadem-i Serif"i bu camiye koydurtmustur .

Sait KIZILIRMAK


Qayd etilgan


Ansora  06 May 2010, 13:56:14

ESTAĞFİRULLAH
Fatih Çıtlak

10 Şubat 2008 Pazar

Gerek Hakk'a karşı gerekse halka karşı pişmanlık duyduğumuzda, günahlarımızdan mahcubiyet hissettiğimizde, özümüze lâyık olmayan bir işe bulaştığımızda hatta düştüğümüzde, kendi liyâkatimizden daha fazlası ikram edildiğinde, ama her mevkide ve her makamda... Estağfirullah...

Tevbenin kelimesi diye tabir etmek pek de yanlış olmasa gerek. Esasında tevbe, kalpteki pişmanlıktan ibarettir. İçindeki o kalbî sızıyı hissetmeyenin, hangi lâfzı kullanırsa kullansın velev ki estağfirullah kelimesi de bu lâfızlardan olmuş olsun, kalbindeki hissiyata tercüman olmayan ve bağlı olmayan bu lâfızlar havada uçuşan birkaç günlük canlılar gibi şöyle bir gözükür kaybolur. Belki Allah Teâlâ merhameti ile bu riyakâr ve samimiyetsiz tevbeleri kayda almaz. Meleklerine sildirir. Aksi takdirde böylesi istiğfar ve tevbeler aleyhimize birer delil teşkil edecektir.

Bu satırlarla başlamak pek âdetimiz değil. Lâkin galiba üslûp değişiklikleri dikkat çekmek için bazen daha tesirli oluyor. Tevbe ve nedamet köklerinin gözyaşları ile sulandığı ağacın, yapraklarıdır istiğfar. Her bir "estağfirullah" dirilişin, tazelenmenin göstergesidir. Kulun uyanık olduğuna, agâh oluşuna işaret ettiği gibi. Bütün amellerin menşei yani güzel amel olarak kaydedilen her şeyin membaı kalptir. Îmânlı bir kalp sağlamdır. İstiğfar kalbin ağrazlarını, hastalıklarını gideren, hep zinde kalmasına vesile olan bir zikirdir. Bugün zahirî ilim erbabınca da tespit edilmiş bir gerçek vardır. İnsanın algılayabildiği bütün objeler ve bu objelerdeki uyum uyumsuzluk, düzen veyahut çarpıklık gibi hâller insan kalbinde, dimağında hatta bu hissiyatın getirişi ile beyninde paralel bir iz bırakmakta. Çarpık ve karmaşık olarak algılanan şeyler kalbimizde ve ruhumuzda da bir karmaşıklık meydana getiriyor. Başka bir deyişle dingin, huzurlu bir ortam (eğer kişi bozuk bir psikolojiye sahip değilse) kalbin huzurlu olmasına ve rahatlamasına, ruhun da sükûnetine vesile oluyor. Kalbinde ikilik olan, çekişme olan, başkalarının ânını yüklenen, kalbinin ufuklarını günah dumanıyla, zulüm bulutlarıyla karartan kişilerde iç huzurundan bahsetmek mümkün değildir. Her ne kadar onlar "Huzurluyum." iddiasında bulunsalar da kendi vicdanlarında huzursuz bir şekilde çırpınıp dururlar.


Qayd etilgan


Ansora  06 May 2010, 13:56:42

Bu geniş daireden geçerek biraz daha özel dairelere geçiş yapalım. Bu geçiş noktalarında her makama ait bir estağfirullah olduğu dikkat nazarlarınızdan kaçmayacaktır. Her fırsatta zikrettiğimiz bir tarifimiz var; tasavvuf, Allah Teâlâ'nın kullarında görmek istediği mükemmel ahlâkı insana aşk ile meşk ettirme yoludur ve hemen hatırlanacağı üzere tasavvuf sahasındaki ekollerin tarikatlar olarak tezahür ettiğini ve bu yolların farklılıklarının da esasta olmadığını, değişik değişik olmasının insan meşreplerinin farklılığından kaynaklandığını söylemiş idik. İşte bu yollarda üslûp erkân, evrad, tesbihat, kıyafet ve meşreb farklılıkları olsa da hepsinde ortak olan manevî esasın haricinde bazı virdlerde de ortaklık mevcuttur. Her tarikatın evradında bulunan ve değişmeyen üç temel vird vardır. Hamdele, salvele ve istiğfar, yani estağfirullah. Hatta yola bağlanmayı ifade eden biat ve intisap tabirlerinin yerine çoğu zaman tevbe etmek, inabet, istiğfar etmek tabiri kullanılagelmiştir. Tevbe ve istiğfarın tarikat yolunda ne kadar ehemmiyetli olduğuna bu iki işaret kifayet etmekte. Tevbe, parlak kalbler için nurunu ve ışığını muhafaza etmeye, tozlanmış ve lekelenmiş kalpler için kirden ve pastan kurtulmaya, iyice günahtan kararmış ölmek üzere olan kalpler içinse yeniden nefes almaya ve hayat bulmaya en tesirli belki de yegâne yoldur. Kalp sahiplerinin bize âyine oluşuna manî olabilecek tozları da yine estağfirullah lâfzı ile giderebiliriz.

Büyüklerden naklederler: Cenâb-ı Hakk, Musa (as.)'ya buyurmuş ki: "Firavun kırk elli sene 'Ben Allah'ım!' diye feryad edip durdu. Bir kere 'La ilahe illallah' diyerek rücû edip tevbe etseydi izzet ve celâlim hakkı için onu o an affederdim." Tevbe kelimesini ve kavramını inşaallah başka yazılarımızda zikretmeye çalışırız. Fakat "estağfirullah" kelimesi ile alakalı olduğundan bazı detayları hatırlamamız icap edecek.


Qayd etilgan


Ansora  06 May 2010, 13:56:54

Tevbenin lugattaki mânâlarından biri de; dönmek, rücû etmek demektir. Neye rücû eder, neye döner insan veyahut nereden yüzünü çevirdi de nereye dönmek ister tevbe ederek? İnsanın, insan vasfında kabul edilebilmesi ve söze muhatap olabilmesi için nereden gelip nereye gittiğini bilmesi lâzımdır. Gidiş ve gelişindeki durumu her an gözetmesi gereken insan bazen sürçer bazen gaflet gösterir, unutur. Bulması gerekeni veyahut olması gerekeni ihmal eder, geciktirir. İşte bütün bu sarsıntılarda insana yeniden kendi benliğini kazandıran o uyanış hâli tevbe ile tezahür eder. Estağfirullah kelimesi tevbe hâlinin tercümesidir. Esasında estağfirullah, kelimeden ziyade, cümledir. Latin harflerine aktarıldığında kelime kalıbı gibi gözüktüğünden kelime zannederiz. Hâlbuki birazcık geniş manâsıyla estağfirullah cümlesini lisanımıza hatta lisan-ı hâlimize aktarmak ve ifade etmek istersek "Ey beni kul olarak yaratan, kendisine muhatap kabul eden Mabudum, Halikım (yaratıcım), kendisinden başka ilâh olmayan Hz. Allah! Lütfen, keremen bilerek bilmeyerek işlediğim günahlarımı, kulluğuna yakışmayacak hâllerimi, amellerimi mağfiret eyle, yaptığım işler Senin gadabını celb etse de, azabını hak etsem bile, Sen bu cezayı benden kaldır, beni affeyle!" demek isteriz. Çok çok muhtasar, hemencecik özetlenebilecek ifade şekli ile bile olsa insanın derûnî hâlinde kendisini gösterir. İnsanın his âlemini hemen etkisi altına alır. Hakkıyla istiğfar edenlerin, daha neler kazanacağını ne güzelliklere şahit olacağını insaf ile düşünmek lâzım. Ya hakkıyla istiğfar edenlerin iç dünyalarında ne muazzam değişiklikler olmakta? Düşünmek lâzım. Hem bilir misiniz, "estağfirullah" lâfzı dahi serapa rahmettir, "Estağfirullah!" diyen bir kişi Allah'ı zikretmiştir bir defa. Efendim, Allah'tan mağfiret dilerken nasıl Allah'ı zikretmiş oluyoruz? Cenâb-ı Hakk'ı zikir O'nu hatırlamak veyahut yakın olanların tabiri ile hiç unutmamak değil mi? Estağfırullah denildiğinde bağışlanmayı isteyen kul olarak sen, kendisinden mağfiret talep edilen yegâne varlık Hz. Hakk olduğuna göre kulluğunu bu şekilde hatırlamak ve Rabbini zikretmek zikir değildir de nedir? Tasavvuf terbiyesinde estağfirullah virdi belli âdetler ile verilir, gelişigüzel çektirilmez. Bunun birçok sebebi vardır. Bu sebepler arasında; hususi zikir lâfzı oluşu, gelişigüzel "Estağfirullah!" diyerek istiğfarın mânâsından uzaklaşmak tehlikesi, sayıya ve adede gelen şeylerin nihayetinin olduğunu, belli bir adetten sonra tükendiğini çok iyi bilen insana elindeki istiğfar adedini ve fırsatını iyi değerlendirme tefekkürünü vermek gibi sebepler sayılabilir. Tabi buna herkesteki kalp kilidinin farklı oluşu ve ona uyabilecek bir anahtarla açılması gerektiği hikmeti de ilâve edilmeli. Yani günlük hayatımızda kullandığımız gibi "Estağfîrulllah!" deyip geçilmez. Böyle istiğfarlarımız için de "Estağfirullah.


Qayd etilgan


Ansora  06 May 2010, 13:57:09

Tasavvuf erkânında, yedi nefis derecesinde, her mertebede, makamatta hep "estağfirullah" lâfzı ile, hâli ile meşgul olmak vardır. Bazı nefis sahipleri hatta birçok insan "Estağfirullah!" dediğinde "Allah'ı yegâne mabud, kendisine ibadet edilecek Rabb tanıdığım hâlde ben nasıl O'ndan yüz çevirdim, nasıl bu inancımdan düşerek îmândan uzaklaştım? Yarabbî, beni affet; beni cehenneminde yakma!" düşüncesindedir. Yani kastı; azaptan kurtulmak, cezaya çarptırılmamaktır. Bu makamdaki insanlar Allah'ın azabını dünyadaki darlık veya cehennemdeki ateş olarak telakki ederler.

Bazı nefis sahipleri ise "Dünya ve âhiret dengesini tam kurmuş iken heva vü hevesle, nefsimin şevkiyle yanlışlıklara düştüm, daha bir şey yapamadan iflasın eşiğine geldim hâlbuki ne sözler vermiştim ne planlar yapmıştım şimdi hayal bile etmediğim günahlarla baş basayım! Ben bu nefisle ne yapayım, bu çirkinliklerle güzelliklere nasıl ulaşayım? Gaflet ettim, unuttum; pişman oldum Estağfirullah!" demekle meşgul olur. Başka bir zümre ise gönlündeki maşuku, mahbubu, cânânı, sevgilisi Cenâb-ı Mevlâ'ya; kendisine ikramda ve ihsanda bulunduğu hâlde bunun şükrünü eda edememenin ıstırabıyla "Estağfîrallah!" deme mertebesindedir. Mahbubu tanımıyor değildir; haberdârdır, lâkin güzelliklerin ilhamına hâlâ teslim olamamış, istikamet üzerine gidememiş, istiğfar ve tevbe ile maşukundan uzaklaşmamaya gayret eder bir hâldedir.

Şimdi burada bir nefeslenelim. Nasıl ki herhangi bir objeyi konumundan, ışığın yansımalarından, yakınlığından veya uzaklığından değişik şekillerde algılarız; işte aynı şey, manevî tecellîlerde de vardır. Farklı tecellîler, yaşanan hâller ve zuhurat Cenâb-ı Hakk'ın esma ve sıfatlarını da türlü türlü idrak etmemize ve neticede telakki veya tedenni (yükselmek ve alçalmak) etmemize vesile olur. Estağfirullah lâfzında da aynı sır vardır. Bu kısa izahı buraya kadar zikrettiğimiz "estağfirullah" mânâlarının farklı bir veçhesine uzanmaya ve onu anlatmaya köprü olsun diye arz ettik. Zîrâ arifler "Bir makam vardır ki o makama eren zevat estağfırullahı kendi nefisleri için değil, Allah Teâlâ'ya istiğfar edenlerin, tevbe ve rücû edenlerin hatta henüz yaptığı günahlardan nedamet bile hissetmeyenlerin namına ve hesabına zikrederler." Başka bir deyişle Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda mahcup şekilde niyaz ederlerken "Yarabbî! Kullarını sen affeyle, onları cehennem azabında hasret ateşine yakma, sana istiğfar ettiği hâlde hakîkî tevbenin mânâsını bilmeyenlere sen merhamet eyle, henüz tevbe etmeyenleri de tevbe etmişler safına kavuştur. Bu istiğfarımı yine merhametinle ve kereminle onların namına kabul eyle, estağfirullah estağfirullah estağfirullah!" derler.

Qayd etilgan


Ansora  06 May 2010, 13:57:19

Bu nasıl yüce bir idraktir! Tatmayan insanlar için, bizler için belki fezalardan bile uzak mesafeler... Kişinin bunları söyleyebilmesi ve böyle bir niyazda bulunabilmesi için fevkalâde sâdık, Cenâb-ı Hakk'ın rızasına mutabık ve muvafık hâlde olması îcâb eder kuşkusuz. Cenâb-ı Mevlânâ, Fihi Mafıh'inde, Fetih sûresinin ilk ayetlerinin tefsirini yaparken şöyle der: "Hazret-i Peygamber (s.a.v.)'in geçmiş ve gelecek günahlarının affı şu mânâyı da içine alır: Hazret-i Âdem'den kendisine gelinceye dek ve kendi zât-ı Ahmediye'lerinden kıyamete kadar gelecek bütün insanların istiğfarına ve mağfiretine vesile olan zât, Hz. Nebiy-yi Ekrem (s.a.v.)'dir. Yani onun mükemmel istiğfarı sayesinde Allah Teâlâ dilerse eksik ve nakıs olan istiğfarları kabul eder. Çünkü o Rahmetenli'l Âlemîn, âlemlere rahmettir. Mevzuu basitleştirmek istemeyiz. Manevî zevkten nasibdar olan güzel insanlar ile bu satırları paylaştığımıza inanıyorum. Fakat bu iş nasıl olur diyenlere maddî âlemden de misal getirebiliriz. Herhangi bir müsabakada ülkemizi temsil eden sporcu veya öğrenci birincilik aldığında birinciliği Türkiye aldı deriz. O yarışmaya bütün Türkiye katılmamıştır. Fakat içimizden bir kişinin mükemmelliği bile bütün millete mâl edilmiştir. Ekmel-i mahlûkat (yaratılmışların en mükemmeli) beşer cinsinin ve Âlemlerin Efendisi, istiğfarı mükemmelen ifa etmekle âdeta ona mensup olanları da birinciliğe, saf kulluğa, yüksek mertebelere taşımış olur. Kişide şayet zerre kadar vatan ve millet sevgisi var ise bu nev'î müsabakalardaki başarılara sevinir. Aynen öyle de, Efendimiz Hazretleri'nin ve onun nurlu yolunun takipçilerinin muvaffakiyetlerine sevinmekten bile korkan, çekinen insanların ne kadar sevgileri ve muhabbetleri olduğunu gözden geçirmeleri îcâb eder. İlâveten hemen şunu da söyleyelim ki, arz etmek istediğimiz; sözüm ona îsevîlerin sakatlanmış inanç sistemindeki günah yüklenmek gibi bir durum değildir. Belki anlatılmak istenen istiğfarın hakikatine eren zâtlar hürmetine Allah Teâlâ'nın da, merhametinin de, kereminin de galebe çalmasıdır.

Qayd etilgan


Ansora  06 May 2010, 13:57:32

Tekrar mevzûmuza dönersek gerçi mevzûmuzdan ayrılmadık ama, işte velayet makamına yükseltilmiş olan zâtlar Hazreti Peygamber'in hâline, hatta sırrına vâris olduklarından bütün ümmet-i Muhammed için istiğfar ve tevbe etme makamındadırlar. Belki makamın şükrü böyle ifa olunuyor.

Arifler "estağfırullah" lâfzını şerh ederken daha pek çok güzelliklere işaret buyurmuşlar. Öyle ki bizim için sırrı ifşa etmişlerdir demek sanki daha doğru olur. Velîlerden biri hâlifesine gönderdiği mektupta estağfırullah için bakın neler söylüyor: "Bazı kullar Hakk Teâlâ'ya yaklaştıkça istiğfarları artar zîrâ mahcubiyetleri artar; utanmayı bilen insan istiğfar eder. Îmânın kemali de, ortası da, zerresi de hayadan uzak ve beri değildir. Her îmân makamının kendine ait hayası ve mahcubiyeti vardır. Bazı kullar "Yarabbî, sana yakın olduğum zannındaydım, vuslatına erdim itikadındaydım; senin bana benden tecellîlerinle eskiden bildiklerime ve yakîn olarak düşündüklerime estağfirullah!" derler. Daha da terakki ederek " 'Ben'in içerisinde buldum dediğim 'benlik'im dahi yokmuş, bana ait değilmiş; senin bana verdiğin benliğe ait şeyler dahi 'Sen'mişsin. Senden gayrı her şey için 'sen' ve 'ben' dediğim şeyler için; ibadet, taat, zühd, takva ve terklerim için dahi estağfirullah estağfirullah estağfirullah!" diye zikreden kullar vardır. Evet bazı hâllere erişemesek de önemsemek, özenmek ve hislenmek insan olmanın gereğidir. Aşk sultanlarından Cenâb-ı Pîr Mevlânâ Celâleddin Rûmî'den bir söz ve kıssa naklederek "estağfirullah" lâfzının mânâ boyutunu irfanlarınıza arz edeceğiz.

Cenâb-ı Pîr buyuruyor ki: " Bir günah işlersin; o günahı işledikten sonra belki aklın başına gelir, mü'min olduğunu hatırlar, yaptığın o kötü fiile "Estağfirullah!" diyerek kendince tevbe edersin hâlbuki kişi, Hazret-i Ali (r.a.)'nin buyurduğu vech ile: "Cenâb-ı Hakk'ı unutmadan günah işlemişsen o günahı işlemeden evvel çok daha ağır başka bir günah işledin, demektir. Bu da Allah'ı unutmaktır. Cenabı Hakk'ı unuttuktan sonra yaptığın hataya tevbe edersin 'Estağfirullah!' dersin de, o unutmanın ve gafletin günahı için istiğfar etmeyi aklından dahi geçirmezsin. Böyle gafletle yaptığın tevbe için ve estağfırullah için bir daha 'Estağfırullah!' de, yeniden tevbe et."


Qayd etilgan