İSKENDER PALA  ( 36913 marta o'qilgan) Chop etish

1 2 3 4 5 6 7 B


Ansora  21 Yanvar 2011, 15:54:24

Sevindirici bir durum; 2010'da yerli romanların sayısında büyük bir yükseliş görülmüş. Aralık bitmeden 570'i aşkın roman ile bütün zamanların rekoruna ulaşılmış mesela. Tatil günlerini hesaptan düşersek neredeyse her güne iki roman düşüyor. Bunlar içinde en ziyade tarihî romanlar okundu, tarihe dokunanlar ilgi gördü diyebiliriz. Ahmet Ümit'in İstanbul Hatırası ile benim Şah Sultan bunun göstergesiydi. Ötüken'den çıkan Peyami Safa'nın Attila'sı, Bekir Büyükarkın'ın Kervansaray'ı, Geceyarısı ve Bozkırda Sabah'ı ve Yılmaz Gürbüz'ün Balkan Acısı, Timaş Yayınları'ndan Okay Tiryakioğlu'nun IV. Murat, Kanuni, Kumandan, Kuşatma, Yavuz gibi kitapları, İsmail Bilgin'in 57. Alay: Çanakkale ve Galiçya'sı da bunlardan. Ve bir de damakta mistik tad bırakan romanlar var. Elif Şafak'ın "Aşk"ı ile Sinan Yağmur'un "Aşkın Gözyaşları" gibi. Adında aşk olan kitaplar bu yıl daha çok sattı nedense. Galiba toplum hakiki aşkı aramaya çıktı da bir türlü ona ulaşamıyor.

Ülke genelinde okuyucu polisiye roman okumanın tadını çıkardı diyebiliriz. Elbette Dan Brown çevirileri yine göz önündeydi. Celil Oker'in komiserine de bir hayli iş düştü. Osman Aysu yine okuyucusunu çok meraklandırdı. Murat Somer ve Hikmet Hükümenoğlu ile Nurdan Başergil de polisiyede önemli çalışmalara imza attılar.

Bütün zamanların ölümsüz yazarları da okunmaya devam etti elbette. Cemil Meriç, Tanpınar, Peyami Safa ve diğerleri... Tanpınar adına bir hafta süren bir etkinlik bile düzenlendi ve eserleri yabancı dillere çevrildi.

Edebiyat dışı eserler arasında Hanefi Avcı'nın "Haliçte Yaşayan Simonlar" ve Mehmet Baransu'nun kaleminden çıkan eleştirel karakterli "Mösyö" çok satanlar arasındaydı. "İki Darbe Arasında" ile Şamil Tayyar'ın "Çelik Çekirdek"i Türkiye'nin derin ilişkilerine dair 2010 kitapları oldu.

Ve elbette 2010 yılında da Safahat en çok okunan kitap idi.

Qayd etilgan


Ansora  21 Yanvar 2011, 15:55:06

Şeyh Galib ve Avatar

Şeb-i Arus vesilesiyle birkaç Mevlevi şairin divanı elimizin altındaydı geçtiğimiz günlerde. Galata Mevlevihanesi şeyhi Galib Dede'nin bir gazelinde bizi hayrete düşüren bir beyte rastladık.

Buyuruyordu ki;

Rüstemiz, şeh-nâme-i i'câza verdik sûreti

Hâme-i câdû meğer esb-i mutalsamdır bize

Aşağı yukarı şöyle demeye getiriyor: "Zaloğlu Rüstem dedikleri kahraman şimdi biziz ve herkesi aciz bırakan, herkese parmak ısırtan şah eseri şimdi biz ortaya koyduk. Çünkü (cadı misali) büyüler yapan kalem bizim elimize geçince tılsımlı bir ata dönüştü ve sayfalar üzerinde dört nala koşmaya başlayıp mucizevi kahramanlık sahneleri yazdı."

Belki hatırlayacaksınız, 2010 yılının en çok konuşulan ve hayranlıkla izlenen filmi, üç boyut teknolojisinin şahikası sayılan Avatar idi. Ben yukarıdaki beyti okurken Avatar'ın lâ-teşbih Sidretü'l-Münteha'yı ve Tûbâ ağacını çağrıştıran Pandora'sını yeniden seyreder gibi oldum. Çünkü canların aynileşmesi (binek ile binicinin birbirleriyle bütünleşmesi; tamamlanması) sonucunda binicinin zihni bineğin iradesine hükmetmeye başlıyordu. Tıpkı Şeyh Galib'in elindeki kalem ile bütünleşip onun belagat dolu kalbine hükmetmesi gibi. Yani bundan ikiyüz küsur sene evvel, "cadıların büyülü kalemini ele geçirdik, onu tılsımlı bir at gibi koşturuyoruz" diyen şair Sebk-i Hindî ustalığını göstermekten öte eşyanın ruhuna inerek ona hükmedebildiğini bize anlatmaktadır. Bugünün fantastik romanlar ve filmler çağında onun söylediklerine fazla da yabancı sayılmayız aslında. Mamafih bir yandan eski velilerin kerametlerine yoz bakarken öte yandan olağanüstü halleri yalnızca Hollywood yapımı filmler ve Harry Potter sayfalarındaki ucubelerden tanıyan genç kuşaklar belki de bu beytin derin dünyasına girseler,

Qayd etilgan


Ansora  21 Yanvar 2011, 15:55:26

Şeyh Galib'in kerametlerle yoğrulmuş zihnindeki fantastik unsurların çözümlemesini yapabileceklerdir. Çünkü o, Firdevsi'nin ünlü eseri Şehname'de geçen Rüstem-i Zal hikâyesinden yola çıkarak söz söylemedeki yiğitliğinin ne derece yüksek olduğunu, söylediği şiirlerin birer şahesere dönüşüverdiğini, kendisine kulak verildiği takdirde okuyucuyu kemale erdirip yükseltecek manalar saçtığını övünerek anlatıyor. İlla ki onun övünmesi kuru bir fahriye veya nefsî böbürlenme değil, ait olduğu medeniyetin, içinde kimlik bulduğu kültürün, imanını ortaya koyduğu tarîkin büyüklüğü adına bir övünmedir. Zaten bunun için tekil (benim) değil çoğul (biziz) kişi zamiri kullanıyor. Kendisini bir misyonun sözcüsü olarak gördüğü içindir ki, "biziz" diyor. Bu "biz"in içinde İran şairlerine karşı bir duruş da mevcuttur ve onlara "yazdığımız şiirler ile "i'caz" şehnamesini bizim öykülerimiz doldurdu, onu biz görünür ve bilinir kıldık; bizim sayemizde şimdi bu Şehname oluşuyor." mesajıyla sesleniyor. Bunun için tılsımlı kalemi ele geçirdiğini (Türk şiirinin İran şiirini geride bıraktığını), bu tılsımlı kalemi at gibi şahlandırdığını da ilave ediveriyor: "Gerçi biz Rüstemiz, illa ki suretimizi mucizeler Şehnamesi'ne verdik, onunla bütünleştik. Madde iken mânâ olduk, sayfalara dökülmeye başladık. Elimizdeki kalem tılsımlı bir ata dönüştü, şimdi mucize koşular yaparak mucizeler söylüyorum."

Hatırlayın, Avatar filminin kahramanı olan askerin sakat bir madde (Pandora'ya saldıran acımasız bir asker) latif bir de mânâ (Pandora'da yaşayan latif canlar arasına karışmış ruh) hali var. Mânâ (latif) boyuta geçtiğinde orada kendisine efsanevi bir binek (Anka veya Burak) ediniyor ve saçlarıyla bineğin yelelerini birbirine bend edip soyut alemde bineği ile bütünleşiyor, o andan itibaren bineğine zihniyle hükmedebiliyor, binek onun düşünceleriyle hareket edip (aynîleşerek) hedef birliği sağlanıyor. Galip Dede'nin yukarıda söylediği şey, işte tam da budur. Söz kahramanlığına soyununca kalem elimizle bütünleşti, parmağımızdan biri oldu ve tılsımlı bir at gibi düşüncemizin gitmek istediği her yere koştukça koştu...

Qayd etilgan


Ansora  21 Yanvar 2011, 17:12:48

Avatar'ın binicisiyle bütünleşen Anka'sı, binicisinin düşüncesine tabi oluyor, onun zihninden geçen yerlere gidiyordu. Burada can alıcı nokta, kalemin mucizeye suret veriyor olmasıdır. Bu ifadeden "Biz kalemimizle mucizeler gösteren bir söz peygamberiyiz!" işmarı anlaşılabileceği gibi, "Biz soyut olanı (mucize) surete (madde) büründürüyoruz, onu elle tutulur, gözle görülür kılıyoruz!" ifadesi de çıkartılabilir.

Çocukluğumdan hatırlarım, eskiden kalem (divit) olarak kullanılan kamışlar, çocuklar için bir oyuncak sayılırdı ve hemen her çocuk su kenarlarından kesilmiş bir ney kamışını at gibi iki bacağının arasından sürüyerek "dı-gı-dık; dı-gı-dık..." ağaç ata binerdi. Şair bu beyitte kalem ile at kelimelerini bir arada bulundurarak söylediklerini bir kat daha pekiştiriyor ve "bizim için mucizeye suret vermek, mânâyı söz ile görünür kılmak (maddeye büründürmek) çocukların ağaç ata binmeleri kadar basittir, çocuk oyuncağıdır" demeye getiriyor. Ve unutmayalım ki Şeyh Efendi bunu kibirle övünmek ve şairliğinin derecesini iyi anlayalım diye değil, bilakis söylediklerindeki incelikleri anlayalım ve ona göre kulağımıza küpe yapalım diye söylüyor; yoksa bir şeyh efendiye kibir isnadı ne mümkün!?..

Qayd etilgan


Ansora  21 Yanvar 2011, 17:13:47

Hâtır-ı uşşâka düşdü macerâ-yı Kerbelâ


"Bism-i Şah, Allah Allah!..Salavatullah ya Hüseyn... Selamullah ya Hüseyn... Şehidullah ya Hüseyn... Cennetullah ya Hüseyn.... Erenler himmetine, er Hak Muhammed Ali'nin aşkına... İmam Hüseyn Efendimiz'in savm-ı atşanına (susuzluk orucuna) ve Kerbela'da şehid olanların ervah-ı tayyibelerine ve niyet-i matem Hz. Fatıma Zehra'nın şefaatine..."

Aşure ayındayız. Adem'in tevbesinin kabulünü, Tufan'ın son bulup Nuh Nebi'nin gemisinin karaya çıkışını, Musa'nın Firavun zulmünden ve İbrahim'in Nemrut ateşinden kurtuluşunu, Süleyman'ın tevbesi ve Eyyüb'ün şifa buluşunu harmanlayan günde... Ne ki bunca sevince karşılık ciğer yakan bir gün de... Bayramdan ziyade matem gününde... Süslenmeyi, gülmeyi, sevinmeyi bertaraf edip oruç tuttuğumuz günlerde... Ve içine on hububat katarak pişirdiğimiz aşure ile orucumuzu açtığımız onuncu günde...

Aşure deyince akla Kerbela gelir, susuzluk gelir. Altı aylık bebek dahil 73 canın, gürül gürül akmakta olan Fırat'a baka baka meleyen kuzular misali susuz bırakılması gelir. Zulüm ve acımasızlık gelir, ondört asırdır onların haline ağlamak ve yas tutmak gelir.

Ehl-i Beyt'ten beşinci, Oniki İmam'dan üçüncü ve iki kutlu güzelden biriydi o. Sadefinde bir inci, kozasında bir kelebekti. Efendiler Efendisi'nin dizinde büyüttüğü, üstüne titrediği "dünyada benim güzel kokulu fesleğenlerimdir" dediği iki ciğerparesinin küçüğü idi. Çocuklukları Hz. Peygamber'e neşe ve sevinç kaynağı olmuştu.

Qayd etilgan


Ansora  21 Yanvar 2011, 17:18:02

"Kenzü'l-Garaib" adlı kitapta yazar ki ashaptan biri, avda bir ceylan yavrusu yakalamış Hz. Peygamber'e hediye etmişti. O da ahuyu Hasan'a verdi. Hüseyin bunu duyunca çocukluk heyecanıyla, "Dedeciğim! Bana da bir ahu ver!" diye ağlamaya başladı. Hz. Peygamber ne cevap vereceğini düşünürken çölden bir ceylanın, yavrusunu önüne katmış hızla gelmekte olduğunu gördü. Huzura varınca da ceylan dile gelmişti: "- Ya Rasulallah!. Allah bana kereminden iki yavru bağışladı. Lakin birisini avcı yakaladı ve benden ayırdı. Ciğerimin yangınıyla elimde kalanı emzirirken kulağıma bir ses erişti ki; 'A ceylan, diyordu, üzülme ki bir yavrun Hasan'a hediye edildi, diğerini de sen Hüseyin'e ver ki gönlündeki kederin tamamen silinsin!' İşte yavrum ya Rasulallah, bununla Hüseyin'i sevindir ki ben de sevineyim!"

"Mesâhibü'l-Kulûb" adlı kitap da der ki; Hz. Hüseyin, Kerbela sahrasında susuzluğunu gidermek için yarım bir elmayı ısırırdı. O elma, bir nar ve bir ayva ile birlikte Cebrail tarafından getirilip Kâinatın Efendisi Muhammed Mustafa'ya sunulmuş, o da Hüseyin ile Hasan'a "- "Yavrularım, bu meyveleri anne ve babanıza götürün ve birlikte yiyin. Fakat her birerinden birer parça ayırın!" buyurmuştu. Onlar denileni yaptılar ve birazını yedikçe meyveler hiç eksilmedi. Ta ki Fatıma dünyadan göçtü, nar kayboldu. Hz. Ali'nin vefatında ise ayva kayboldu. Hasan'dan sonra da elma Hüseyin'de kalmıştı. Şehid edildiği gün o da kayboldu. Bugün Hz. Hüseyin'in mezarını ziyaret edenlerin oradan bir elma kokusu duymaları bundanmış.

Qayd etilgan


Ansora  21 Yanvar 2011, 17:18:16

Yıllar çabuk aktı. Çocuklar büyüdü. İslamiyet bir devlete döndü, dünya medeniyetle tanıştı. Ne ki yıllar gerçekten çabuk akıyordu, halifeler ardı ardına göçtüler. Muaviye ile Hüseyin arasında hilafet bir dünyevi meseleye döndü. Sonunda Hüseyin, Kerbela'nın kızgın kumlarına belenerek yanında bulunan kadın ihtiyar, çocuk bebek herkesle birlikte acımasızca şehit edildi. Orada bir trajedi yaşandı, Ehl-i Beyt'e kast edildi. Oklar uçuştu, hançerler fırlatıldı, kılıçlar sallandı ve yürekler yakan, tahammülleri aşan bir acı yaşandı. Sanki sonsuz bir tufan içinde son hayat gemisi paramparça ediliyordu. Güneş o gün utancından kıpkırmızı kesildi, susuzluğa yandı ha yandı. Masumların bedenleri bir bir yıkıldı yere ve en son Hz. Hüseyin kaldı. Yetmiş iki yerinden yaralanmış, nihayet müminlere yetmiş üçüncü gönül yarası olarak can vermişti. Cebrail, dedesine haberi "Hüseyin, Kerbela sahrasında atından düşürüldü!" diye anlattı.

Kerbela'da şehit olanlar gerçekten şehit oldular, şahit oldular. Onlar o gün Kerbela'da, hakikat adına, hak adına, mevki ve makama dair esirlik bağlarını kopardılar, dünya ve masivaya ait zincirlerini kırdılar. Seher-i hilafete uyanmak yerine tam da bu günlere mümasil şeb-i arusa girdiler.

İmdi ey kardeşler, bizim, onlara kuru göz yaşı akıtmaktansa yiğitliklerine gıpta ederek kendimize çeki düzen vermemiz; susuzluklarına yanmak yerine devlet sarayına uçup gittiklerini düşünüp ibret almamız da gerekmez mi? Onların şu anda Sultanlar Sultanı'nın huzurunda, saraylar sarayında güzelliklerden güzellikler içinde olduklarından şüphemiz mi var yoksa!?

Qayd etilgan


Ansora  21 Yanvar 2011, 17:18:48

Ve ey kardeşler! Gelin bu gün Hüseyin'e yas tutalım. İlla ki gelin kendimize de yas tutalım. Gaflet uykusundan açalım gözlerimizi ve akıtacak damlalarımız varsa, kendi halimize ağlayalım. Viraneye çevirdiğimiz gönlümüze, harap ettiğimiz gönüllere, duruluğunu bulandırdığımız sulara, güzelliğini bozduğumuz tabiatlara, masumiyetinden çıkardığımız ruhlara, yaktığımız canlara, zindana çevirdiğimiz dünyaya, bozduğumuz barışa ağlayalım!.. Sünni'den ve Alevi'den, kim bu gün kendine eziyet etmek, elbise yırtmak istiyorsa artık nefsine eziyet etsin, kendi nefis elbisesini yırtsın!.. Sekâhum ya Hüseyn!..

*

737 yıl evvel vuslata yürüyen Mevlânâ'dan:

"Aziz dost!.. Kulak tut sözüme! Dinle beni.. aklın tutsağıdır duygu, akıl da ruhun...

Duru bir ırmağı andırır ruh, tertemiz bir ırmağı... Maddî düşünceler ve nefse ilişkin arzular da ırmağın üzerini kaplamış bir avuç çerçöp...

Eğer bir yana itiverirse aklın eli o çerçöpü, ırmak kendini gösterir, berrak ve duru...

Dünya arzuları kaplarsa suyun yüzünü eğer... Eğer hayvanî arzular baskın olursa tende... Nefis gülmeye başlar o vakit, ve akıl ağlamaya...

Aklı hakim ve duyguları mahkum olan kişidir uyanık iken de rüya gören ve kendisine göklerin kapıları açılan... (Mesnevi III, b.1824 -1829)"

Qayd etilgan


Ansora  21 Yanvar 2011, 17:19:39

Şimdi orada olmak vardı amma!..


-Karı koca arasında:Bizi burada bir başımıza bırakıp gidiyor musun; bir bebek, bir ben?Evet ey sevgisi kalbimde olan!.. Rabb'im böyle istiyor!..Bu kum... Bu kızgın tepelerin arası?!.. Çok sevdiğini söylediğin İsmail'i bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde azıksız ve susuz bırakıp gidiyor musun gerçekten?!..Evet ey şimdiden özlemeye başladığım!.. Rabb'im öyle istiyor!..

Çocuk ile baba arasında:

Elçi seneler sonra aynı yere döndü. İsmâîl ile kucaklaşıp hasret giderdiler.

Oğul!.. Rabb'imin emri var, bir ev inşâ edeceğiz. Sen de bana yardım edeceksin.

Oğul taş taşıyordu. Oğul ile birlikte Cebrail taş taşıyordu. Baba evin duvarlarını yükseltiyordu ve şöyle diyorlardı:

"Ey Rabb'imiz! Bizden bunu kabûl buyur; şüphesiz Sen işitensin, bilensin. (Bakara, 127)"

Allah ile elçisi arasında:

"İbrahim'e Ev'in (Kâbe'nin) kurulacağı yeri gösterdiğimizde (ona söylemiştik ki): Bana kimseyi ortak koşma ve benim evimi onu tavaf edecek olanlar için, onun önünde (Rablerini ta'zim ve tefekkürle) dikilip duranlar, saygıyla eğilenler ve secdeye kapananlar için temiz tut. İnsanları hacca çağır. Yaya olarak ve hızlı yol alan her türlü binek üzerinde (dünyanın) en uzak köşelerinden sana gelsinler. (Hacc, 26-27)"

Qayd etilgan


Ansora  21 Yanvar 2011, 17:20:46

y Rabb'im, ben sesimi nasıl ulaştırayım?

Çağrı senden; ulaştırmak bizden!..

Sonra elçi Kâbe'yi yapıp bitirdiğinde Safa tepesine, Ebu Kubeys dağına ve Makam-ı İbrahim'e çıkıp ıssız çöllere, güneş yanığı tepelere haykırdı. Oğlu İsmail'den gayrı kimsecikler yoktu, sesini hiçbir kimse duymadı. Lakin otlar titredi, ağaçlar sallandı, rüzgâr şahlandı ve bu sesi yüzyıllar boyunca kâinatın can kulaklarına ulaştırdılar; doğmayan nesillerin ruhlarına duyurdular. Allah, baba ile oğulun dualarına icabet etti. Bu beytin etrafı mamur kılındı, uğrak yeri oldu, şehir oldu, Mekke oldu. Allah, oraya hacca gelen herkesi işitti. Bugün de işitiyor. Hâlâ işitiyor!.. Sizin bu yazıyı okuduğunuz şu anda işitmeye devam ediyor. O halde katılın büyük seslenişe, Lebbeyklere, tekbirlere, telbiyelere!... Çünkü her Hac mevsimi geldiğinde İbrahim'in o kadim çağrısına en yeni sesler katılır ve böylece seslenişler kıyamete kadar sürer, "Lebbeyk!.." okunur. Üstelik bu çağrı yalnız insanlara değil, bütün bir hilkatedir ve telbiyelerin uzayıp giden yankıları kurdun ve kuşun, ağacın ve taşın kalbini titretir; sese ses katar. Nitekim son elçi buyurur: "Telbiyede bulunan hiçbir Müslüman yoktur ki onun sağında ve solunda bulunan taş, ağaç, sert toprak onunla birlikte telbiyede bulunmasın. Bu katılma (sağını ve solunu göstererek) şu ve şu istikamette arzın son hududuna kadar devam eder (Tirmizi, Hac, 14)." O halde katılın o seslenişe, telbiye ve tekbirlere!.. Katılın ki duyulsun sesiniz. Duyurun sesinizi!.. "Ben o sesi nasıl duyurayım?" demeyin; nida sizden olsun, duyurmak duyurmayı vaat edenden. Onu can evinize duyuran rüzgârlar esiyor bakın...

Qayd etilgan