İSKENDER PALA  ( 36908 marta o'qilgan) Chop etish

1 2 3 4 5 6 7 B


Ansora  21 Yanvar 2011, 17:40:26

Babam sözlerine ara verip başımı okşadığında, artık sonraki cümlelerde edanın değişeceğini, sohbetin bir vasiyete dönüşeceğini bilememiştim:

-Hakikati sevmek, babacım, sevgilerin en güzelidir. Çünkü hakikat Mutlak Güzellik'ten doğar ve bütün güzeller O'nun güzelliğinden bir ilham taşıdıkları için sevilirler. Hakikati ayırt etmeyi bilirsen sevgiliye şirk koşmamış, sevgide ortak edinmemiş olursun. Sevgiliyi sevmek, sevgilinin sevdiklerini sevmek, sevgili için ve sevgili yolunda sevmek, sevgiliyle birlikte sevmek, bunların hepsi insanın tabiatına uygundur. Çünkü sevgiye ulaşmak zevk, ayrı kalmak acı verir insana. Sevgiyi bilen için zevk ile acı arasında fazla da fark yoktur. Sevgilinin hicranını çekerek duyulan acı ile vuslatından alınan lezzet arasında fark olmadığı gibi. Bu yüzden bütün işler sevgi ile başlar. Hak olsun, batıl olsun her eylemin esasını sevgi teşkil eder. Her olayın ve her gayenin temelinde sevgi vardır. Tabiatınca yürüyen her hareketin özü sevgidir.

Babamın sözlerini anlamakta zorlanmaya başladığımı hatırlıyordum. Bilmediğim bir dilden sırlar aktarıyor gibiydi. Onun hiç bu kadar ciddi ve anlaşılmaz konuştuğuna şahit olmamıştım. Ne kadar çok şey bildiğini görmekti belki beni hayretlere düşüren. Cümlelerini bir ayinde neşideler okur gibi ağırlaştırarak kuruyor, karşımda heybetle oturuyor, -belki de söylediklerinden dolayı ben her saniye onu daha heybetli görüyordum- ve yüzüme bakan gözleri sanki kalbime iniyordu. Her cümlesine kulak kesilmiş ezberlemeye çalışıyordum. Bazılarını yorumlayacak ve anlayacak kadar düşünemiyordum ama yine de hafızama yerleştirmek istiyordum. Dedim ya, babamı hiç böyle görmemiştim. Görevini yapmak üzere bütün benliğiyle işine kilitlenmiş insanların saygınlığını taşıyordu üzerinde. Devam etti:

-Bir madde tabii olan merkezinden ayrıldığında sevgiyle ayrılır ve oraya yine sevgiyle dönmeye çalışır. Ezelde harekete geçen eşya ebediyete sevgiyle yürüyecektir. Göklerde, yerlerde ve ikisi arasında ne varsa sevgiyle vardır. Hatta içinde sevgisi yeşermeyince günah bile işlenemez. Bunun içindir ki gerçek sevgiliye ulaşmaya engel olan her sevgi sahtedir. Dış yerine içi, suret yerine ruhu sevmek gerekir. Sevgi çoğalınca korkak kalp cesaret bulur çünkü, aptal zihin cilalanır, cimri el cömertleşir, kötü ahlak güzelleşir. Sevgi asillerin gönüllerine devadır. Hayat ancak sevgiyle tatlıdır ve sevgisiz dünyada hayat sürmek beyhudedir. Sen hayatını sevgiyle doldurmaya, her dakikanı sevgiyle yaşamaya bak babacım!. Ve nefes aldığın her saniyede bir adım daha sevgiye yürü!

Babama söz verdim.

Qayd etilgan


Ansora  21 Yanvar 2011, 17:41:02

Hayatı güzelleştirmek


Anlatırlar ki penceresi Sadabad sarayına bakan sıbyan mektebinin bahçesinde yaseminlerin berrak ıtırları havuzun fevvaresinde kırılan sularla buluşurken dokuz-on yaşlarında sekiz çocuk, rahlelerinin başına oturmuş musıkî ve kıraat dersi alıyorlardı.

Hepsi Eyüpsultan köyünden olan bu çocuklar içinde İstanbul'un ünlü âlimlerinden inci taciri Celil Mirza'nın güzel kızı Bihruze de vardı. Hace muallim haftanın üç günü geliyor, dillere destan güzelliğiyle Haliç'in iftiharı sayılan küçük yalılardan güle oynaya mektebe varan çocukları bahçedeki kameriyenin altında yan yana diziyor, musıkî meşk ettiriyor, bendir, çeng, ney ve rebap usulü gösteriyor, sonra da şiir, Arapça ve Farsça çalıştırıyordu. Çocukların dördü hanende, diğer dördü sazende olarak yetişiyordu. Bihruze, hanende arkadaşlarına eşlik ederken çengini dizine koyup göğsüne yaslıyor, parmaklarının zarif hareketleri ney ve rebaba eşlik ediyordu. Mektebin köpeği o çalarken hiç ses çıkarmadan dinliyor, sanki onun çeng sesini anlıyordu. Hace muallim, Bihruze'nin, çengin tellerine dokunur veya parmaklarını perdeler üzerinde gezdirirken yaptığı zarif hareketlerin musıkîye çok yaraştığını ve ileride şarkılarını saraylarda sultanların dinleyeceğini her fırsatta ilan etmekten ve onu övebildiği kadar övmekten kaçınmıyordu. O ki ne kadar övülse o kadar layık idi; çeng nağmeleri onun ellerinde yanık ve içli bir hikâyeye, derin ve kadim bir nefese dönüşüyor, dinleyenlerin kalbine bir hüzün bırakıyor, ney ile yarışıyordu. Uzayıp giden dalgaları ve yemyeşil yamaçları perde perde dolaşan ve Kâğıthane'de hemen her kulağın alışık olduğu çeng sesinin en efsunlu hali sanki bu küçük çocuğun nefesiyle ruh buluyor gibiydi.

Qayd etilgan


Ansora  21 Yanvar 2011, 17:41:17

O gün musıkî faslı bitmiş, güzel yazı için hokkalar rahlelerdeki yerlerini almıştı. Hace muallim, yazı meşki için getirdiği kitabı torbasından çıkardığı vakit ise bütün öğrenciler sevinçten ellerini çırpmaya başladılar. Çünkü en sevdikleri kitaptı bu. İçinde öyküler vardı ve o kitabın içindekiler üzerine yazı temrinleri yapmak her zaman bir eğlence olagelmişti. Hace muallim, kitabı öğrencilerden birinin önüne koydu. Çocuk, rastgele açtığı bir sayfadaki hikâyeyi kelime kelime okumaya başladı. Birkaç dakika içinde sınıfta bütün dikkatler hikâyeye çevrilmiş, okunan kelimeler ile yazan kamış kalemlerin cızırtısından başka ses duyulmaz oluvermişti:

" Mecnun'un kabilesi bir araya gelmiş ve Leyla'nın obasına bir haber göndermişlerdi:

- Bu delikanlı sevgisinden helak olacak; azıcık merhamet gösterseniz de bir kere olsun Leyla'yı görmesine izin verseniz ne ziyanı olur?

Leyla'nın obasından cevap geldi:

- Onun Leyla'yı görmesini engellememiz Leyla için değil, onun içindir. Zira o Leyla'yı görmeye dayanamaz diye korkuyoruz.

Bunun üzerine Mecnun'u getirmişler. Daha Leyla'nın kapısını araladıkları vakit Mecnun Leyla'nın gölgesini görmüş ve yere yığılıvermiş."

Qayd etilgan


Ansora  21 Yanvar 2011, 17:41:36

Hikâye bittiği vakit havuzun başında öncekinden daha derin bir sessizlik oldu. Fıskiyenin su şıkırtıları bile duyulmuyordu neredeyse. Hace muallim dersin bittiğini söyleyecekti, ama kimse yerinden kıpırdamıyordu. Bihruze birden kendini toparladı. O sırada beyaz kâğıda dökülen bütün siyah mürekkepler Leyla ve Kays isimlerini yazmıştı. İçine sevgi sindirilmiş bu hattın bambaşka bir tarz oluşturduğuna inandı. Harflerin her biri âhengin ve tenasübün üstatlar tarifine uygun görünüyordu. Şeyh Hamdullah yazsa böyle yazardı. Konu sevgi olunca Bihruze, hattın güzelleştiğini fark etti.

Hace muallim dersin bittiğini söylemedi, hayır, onun yerine musıkî meşki için herkesin hazırlanmasını söyledi. Sınıfta bir kıpırdanma oldu. Hanendelerin akıllarında hâlâ Kays'ın düşüp bayılması sahnesi vardı anlaşılan. Ritm başladı, nefesler birer birer ahenge girdi. Yunus güftelerinden birini geçmeye başladıklarında ise terennümler ağızlarında sanki can buldu ve seslerine öylece yansıdı. Akıllarında hâlâ hikâyedeki sevgi vardı. Hiç kimse diğerine söylemedi ama musıkînin güzelleştiğini fark ettiler.

Bihruze'nin çeng sesi bittiği zaman mektebin köpeği usulca yerinden kalktı, köşedeki eniklerinin yanına doğru ilerledi, her birini ayrı ayrı kokladı. Sevgi bahçeye yayılmış olmalıydı; enikler annelerindeki şefkatin daha bir güzelleştiğini fark ettiler.

Meşkin sonunda Hace muallim yerinden doğruldu. Böyle güzel talebeleri olduğu için şükretti. Bir kez daha yaptığı işin güzelliğinden memnun oldu, ömrünü eğitmeye adamış olmaktan mutluluk duydu. Hem de sevgiyle eğitmeye... Yazdırdığı hikâyedeki sevgi gibi... O gün dersin daha da güzelleştiğini fark etti.

Keşke bu hikâye dört yüz yıl evvel yaşanmış olsaydı, keşke o zaman kız çocukları da erkek çocuklarla birlikte mektebe varsaydı da oralarda bilim, sanat, edebiyat ve estetik okusalardı. Eğer öyle olsaydı biz de bugün hayatın güzelleştiğini fark edecektik.

Qayd etilgan


Ansora  21 Yanvar 2011, 18:45:58

Bizim ahlakımız


"Sen örfü emret (A'raf, 199)"
Derler ki, papirüsler bulunduğu vakit yazıları çözmeye çalışan bilginlerin ilk okuduğu cümlelerden birisi 'Zaman kötüye gidiyor, gençlerimizi bu kötü gidişten korumak lazım!' imiş. İnsanın değişimi, insanla birlikte örf ve âdetlerin değişimi, sosyal hayat şartları ve kanunların değişimi, kısaca ahlakın değişimi insanları her zaman tedirgin etmiş ve çağdan çağa farklılaşan anlayışlar bir önceki nesil tarafından hep muhafaza edilmek istendiği için baba ile oğul, anne ile kız arasındaki kuşak çatışmaları süre gelmiştir. Nesilden nesle sirayet ederek belirginleşen bir çatışmadır bu üstelik ve temelinde 'ahlak' kavramı vardır.

İlk çağ insanlarının sosyal hayat şartları ve ahlak anlayışları ile günümüz ahlakî değerleri -özünü semavi emirlerden alan evrensel ahlak kaideleri hariç- aynı değildir. Adetullaha istinat eden evrensel insan ahlakı (doğruluk, yardımlaşma, iffet, ahde vefa vb.) bile toplumlara, coğrafyaya veya zamana göre değişkenlik gösteren gelenekleri ve töreleri ortaya çıkarır. Yani bir toplumun, evrensel ahlak dışında kalan ahlak anlayışı değişebilir, ancak yine de toplumun hedefi devamlılığı sağlayabilmek üzerine bina olunmuştur. Kuşakların ahlakını koruma maksatlı tartışmaların yapılması veya bu konuda titizlikle önlemler alınması biraz da ekonomik sıkıntılar, siyasi buhranlar, tabii felaketler gibi toplumun dengesini zedeleyen dış faktörlere bağlı olarak artar veya azalır. Çünkü bunlar hem toplum, hem de birey ahlakını zedeleyebilir. Bir vakitler, 'Ahâlî ızz ü devlette, reaya emn ü râhatta/ Hüner erbâbı rif'atte cihân yek-pâre nûrânî' (Halk yüce ve itibarlı, vatandaş huzur ve emniyette; hüner sahipleri de el üstünde tutulmakta... Velhasıl dünya baştanbaşa aydınlık) diyen şair ile, 'Olmuş o kadar halk-ı cihân mekrde üstâd/ Kim sâbıka-i şöhret-i şeytan unutulmuş' (İnsanlar hilekârlıkta o derece ileri gitmişler ki şeytanın bu konudaki şöhreti unutulup gitmiş!) şeklinde yakınan şair aslında biraz da bu dış faktörlerin etkisindeki değişim ve dönüşümlerle sarsılmaktadır. Şeytana pabucunu ters giydiren bu değişim elbette bir İslam toplumu için şikâyet etmeyi gerektirir. Burada önemli olan, ahlak kaidelerindeki değişimin seyrini muhtevadan ziyade şekle yönlendirmek ve krizi öyle yönetebilmektir. Biz bazen şekildeki değişimi muhtevaya yükleyerek gereksiz şikâyetlerde bulunabiliriz. Söz gelimi karşılaştığımız insan ile selamlaşmak bir evrensel ahlak kaidesidir. Bunu yaparken 'selamün aleyküm' demek İslam ahlakına uygundur.

Qayd etilgan


Ansora  21 Yanvar 2011, 18:46:24

Bunun yanında 'merhaba' diyerek, başımızı hafifçe öne eğmek veya elimizi başımıza götürerek de selamlaşmak mümkündür. Burada selamlaşma eylemi ahlakın muhtevası, selamlaşırken takındığımız tavırlar ise ahlakın şeklidir. O halde bir toplumda 'selamün aleyküm' ile ifade bulan muhteva diğer toplumda şekil değiştirip sözden harekete inebilir, elin başa götürülmesiyle şekil tamamlanmış olur. İşte tam da burada, şekilde yapılan değişiklik, muhtevada imiş gibi algılanırsa kuşak çatışması kaçınılmaz olur. Bir zamanlar 'selamün aleyküm' yerine 'merhaba' demek sanki dine muhalefet gibi algılanır, öyle gösterilir idi. Hele bazı dinî hassasiyetler 'günaydın' kelimesine bile karşı çıkardı. Oysa görüyoruz ki selamlaşmanın muhtevası aynı kalmak koşuluyla yalnızca şekil değişiyor ve yıllar içinde bu hassasiyetler törpülenebiliyor. Elbette 'selamün aleyküm' sözü sünnete uygundur ve selamı böyle vermek bir ihlas göstergesidir, ancak böyle selam verildiğinde karşımızdaki selamımızı almıyorsa, yahut sırf bu yüzden kendini bize uzak hissediyorsa herhalde selamı da kesmek gerekmez. Toplumun görevi ahlakın özünde ve muhtevasındaki değişimi engellemektir, şekil ise kişileri ilgilendirir. Nitekim bu noktada iyi niyet ile iyi ahlakın örtüşüyor olması önemlidir ve insanları birbirine yakınlaştıracak her örf veya ahlak kaidesi evrensel ahlaka dahildir. İnsanlar arasındaki barış ve huzur ancak bu şekilde sağlanabilir. Muhataplar için olumlu sonuç vermeyen bir toplumsal ahlak anlayışı evrensel olamaz. Engizisyon mahkemeleri devrinde İspanyolların, Müslüman ve Yahudileri, sırf onların kâfir ruhlarını kurtarmak için diri diri yakmaları kendilerine göre bir iyilik faaliyetiydi. Oysa aynı hadiseye diğer yandan bakıldığında karşımıza milyonlarca cinayet çıkar. Bu çağ, maalesef evrensel ahlakı zedeleyen bir çağdır ve ahlakî yozlaşma yalnızca şekilde değil muhtevada da had safhaya varmıştır. Özgürlük adına, 'etik' kavramını yerleştirmek adına çevremizi kuşatan sapkınlıklar artık temel değerlerimizi sarsıyor. Evrensel insan ahlakı (doğruluk, çalışkanlık, yardımlaşma, iffet, ahde vefa vb.) dünyanın her yerindeki kadar bizim toplumumuzda da değer kaybına uğramakta. Çok şükür ki Müslüman bir toplumuz ve yine çok şükür ki hâlâ bazı örf ve âdetlerimiz, iman ve gayretlerimiz bazı ailelerimizde sapasağlam devam ediyor. İşte bu yüzden aynı şairin şu beyti bir tür tesellimizdir: 'Rüsûm-ı lutf u kerem halk içinde mensîdir/ Fakat alıp verilir bir selam kalmıştır.' Yani ki şöyle demek: "Halk arasında iyilik, lütuf, bağışlama gibi hasletler çoktan kaybolup gitmiş, lakin çok şükür ki alınıp verilir bir selam kalmıştır.

Qayd etilgan


Ansora  21 Yanvar 2011, 18:47:01

Son mürit


Yunus Emre bir şiirinde "Cübbe vü hırka taht u tâc, bular verirler aşka bac/ Dört yüz mürîd ü elli hac, terk eyledi Abdürrezzâk" buyurarak mevki ve makamın, taht ve tacın, hatta sufilik ve dindarlığın da birer imtihan olduğuna vurgu yapıyor.

Sözünü ettiği kişi Şeyh-i San'an olarak bilinen Şeyh Abdürrezzak'tır. Menkıbeye göre, bu yüce adam Mekke'de 400 müride hidayet yollarını gösterip dururken rüyasında bir Hıristiyan kızı görüp âşık olmuş. Kızı bulmak için Bizans'a doğru yola çıkmış. Müritleri de peşinden yollara düşmüşler. Kız aslen Rum kayserinin koyu bir Hıristiyan olan kızı imiş ve Şeyh'in kendisine olan tutkusunu görünce onunla evlenmek için sırayla bazı şartlar öne sürmüş. Şeyh'in yapamayacağı şeylermiş bunlar. Şarap içmek, ibadetini kilisede yapmak, Kur'an'ı yakmak, beline papaz kuşağı bağlayıp dolaşmak, domuz gütmek... Şeyh, tamamen Hıristiyan ritüelleri içeren bu şartlara önce itiraz ettiyse de gönlüne söz geçiremeyip sonunda birer birer razı olmuş, hepsini birer birer yapmış. Bu arada biri hariç müritlerinin tamamı ondaki sapkın halleri gördükçe yavaş yavaş yanından ayrılmışlar. Artık kimisi onun çıldırdığını, kimisi de gerçekten Hıristiyan olduğunu söylüyorlarmış. Kayser'in kızına gelince o, isteklerine her defasında daha ağırını ekliyor ve bir türlü şeyhe rıza göstermiyormuş. Sonunda bir gün evlenmekten vazgeçtiğini söyleyip şeyhi kapısından kovmuş. Zavallı şeyh, nefsine uyup yoldan saptığıyla ve halk nazarında itibarını yitirmekle öylece kalakalmış. Kendisini terk etmeyen son müridiyle, Bizans sokaklarında, açta açıkta ve ayıplanmış olarak... Rivayete göre o son mürit, yıllar yılı şeyhe olanın Hak'tan geldiğine inanmış, hiçbir gün dedikodusunu yapmamış, aynı halin kendisine olmaması için dualar etmiş ve şeyhi hakkında daima iyilik istemiş.

Qayd etilgan


Ansora  21 Yanvar 2011, 18:48:01

*

Yunus'tan 250 yıl kadar sonra bir başka şair (Hayali) şöyle diyor:

İbadetine güvenme ki sana pend yeter

Hemîn hikâyet-i Bel'am-ı Bâûr

Bu beyitten "İbadetine güvenme sakın, öğüt istiyorsan, Bel'am-ı Baûr'un başına gelenlere bakıp ibret al!.." gibi bir anlam çıkar. Sözü edilen Bel'am, Kur'an-ı Kerîm'de adı anılan (A'raf, 175) Baûra'nın oğlu Belam'dır. Hz. Musa zamanında yaşamış, ism-i azamı bilecek derecede yüksek mertebeler kazanmış bir kişi iken itibarına güvenmiş ve nefsine uyarak yoldan sapmış. Öyle ki sonunda halk nazarında adı lanetle anılmış ve çok kötü bir son ile hayata veda etmiş.

Aynı yüzyılın şairlerinden bir başkası da şöyle diyor:

Kâni olmazsın cihanda olsan da Kârûn-ı vakt

Zîr-i hâk olsa gerektir menzilin âh nidelim

"A beyim! Şu dünyada Karun dahi olsan bununla yetinmez haddi aşarsın ha?!.. Sonunda gideceğin yerin toprağın altı olacağından şüphe mi duyuyorsun?"

Karun, malum, Kur'an'da bahsi geçen (Mü'min, 24) Krezüs'tür. Rivayete göre o da Hz. Musa zamanında yaşamış, Musa aleyhisselamın duası berekatıyla dünya nimetlerine kavuşmuş ve yükselince nefsine uyup yoldan sapmış, halk nazarındaki itibarını yitirmiş, adı tarihe kötülükle anılmak üzere kalmış. İbret ki ibret!..

Qayd etilgan


Ansora  21 Yanvar 2011, 18:48:39

*

Ayağın yoldan sapması, aciz insanoğlunun en büyük imtihanlarından biridir ve insana dengeyi kaybettirir. Üstelik bu denge kaybı küçük bir inhirafa, küçük bir kulluk zafiyetine bağlı olarak bir bela-yı nâgehan misali birden geliverir. Burada marifet kulluğun acziyeti içinde ayağı sapıp itibarını kaybeden değil de sabit kadem olup o itibarı koruyan olabilmektedir. Çünkü iyi bir ad edinmek kolaydır da, o iyi adı koruyabilmek oldukça zordur. O yüzden mü'min kişi her elini açtığında "Rabbenâ, lâ tüziğ kulûbena... (Rabb'imiz! Bizleri hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphe yok ki Sen, bağışı bol olansın!)-(Âl-i İmran, 8)" diyerek dua etmeli, istiğfar üzre olmalıdır. Aksi takdirde iman ile küfür, kulluk ile şeytanlık, itaat ile isyan, güzel ile çirkin arasındaki o hassas ve ince nefis ipi üzerinde cambazlık etmek -ki biz buna ömür diyoruz- en büyük denge sınavlarından sayılır. Allah korusun, bir yanlış adım dengeyi bozuverir de ayağın kaymasına yol açarsa düşüş etrafa gümbür gümbür yansır. Burada da müminin tavrı düşene gülmek değil, bilakis Allah kendisini de aynı sınava tabi tutmadığı için şükretmek olmalıdır. Hele olmayanı yakıştırmak, hele bilmeden iftira derecesinde dedikodular yapmak!.. İşte bu, ciddi bir tevbeyi gerektirir. Elbette adımını yanlış atan kişi mağdur veya masum değildir; ama kalplerdekini de ancak Allah bilir. Bize düşen, onlara hidayet, kendimiz için de hak yolda ayaklarımızın sebatını dilemektir. Zira Mevlevi hazretlerinin "bin kere tevbeni bozmuş olsan da" hitabı o vakit anlam kazanır. Horasan'da bir eşkıya iken gördüğü bir işaret üzerine hak yola eren veli, Bağdat sokaklarında bulduğu kâğıtta Allah adı yazıyor diye öpüp başına koyarak mertebeler kazanan âbit veya Belh'te tac u tahtı terk edip hakikat yolculuğuna başlayan sultan, başlangıçta tıpkı Bizans yollarında nefsinin arzusunu arayan San'an şeyhi Abdürrezzak gibi değiller miydi? Kaldı ki Abdürrezzak'ın yanında kalan o son mürit var ya!.. İşte o temiz insan, şeyhine asla gülmemiş, diğerleri gibi asla dedikodusunu yapmamış, olup biteni Hak'tan bilmiş ve onun eteğini hiç bırakmamış. Şeyh, sonunda onun duası berekatıyla kendine gelmiş ve sahip olduğu nur ona yeniden dönmüş. Eski azgın hallerine tevbe edip Bizans'tan ayrılmış. Bu sefer onun gittiğini gören kız, yaptıklarına pişman olup imana gelmiş ve onu aramak üzere günlerce dağ bayır izini sürmüş. Aç susuz yollara serilmiş. Sonunda bir çölde şeyhi bulmuş. Ne var ki bu buluşmaya canı dayanmamış ve oracıkta ölüvermiş. Şeyh yanında kalan son müridin yardımıyla onu öldüğü yere defnedip başında dualar etmiş. Sonra da Kâbe'ye yönelmiş. Bu yolcuk onun için yeniden "Leyla'dan geçme, Mevla'yı bulma faslı" olmuş ve Kâbe'nin eşiğine yapıştığı an o da canını vermiş. Ölürken yüzündeki mutluluğa yine o son mürit şahit imiş...

Sınavı kazanan o son mürit...

Qayd etilgan


Ansora  21 Yanvar 2011, 18:49:30

Tezkireden Biyografiye

Biyografi için 'tarihin üvey evladı' denir. Doğru olabilir; illa ki tarihi yaratan en önemli unsurun biyografi olduğunu da göz ardı etmemek gerekir. Toplumsal hafıza biyografi ile harmanlandığı zaman bambaşka bir anlam kazanır ve tarih bilimi, ataların yapıp ettiklerinin hikâyesinden öte, zamanın devam eden ruhuna dönüşür.

Biyografi yazımı bir İslam geleneği olarak başlamış, çeşitli meslek erbabını anlatan hal tercümeleri derlenerek sürdürülmüştür. Sultanlar, vezirler, bilginler, şairler, sanat ve meslek erbabı kişiler vb. pek çok alanda biyografik eserler oluşturmak, tabakat veya tezkire adı altında muhtelif hayat hikâyelerini birbirine eklemleyip durmak, yüzyıllar boyunca İslam medeniyet coğrafyasının entellektüel uğraşları arasında önemli bir yer işgal etmiştir.

Osmanlılarda şairlerin hayat hikâyelerini derlemiş ilk müellif olan Edirneli Sehi Bey, eserine Heşt Bihişt (Sekiz Cennet) adını koymuş (1538) ve sekiz bölüm halinde o güne kadar yaşamış yahut yaşamakta olan şairleri anlatmıştır. 1950'lere kadar süren bu klasik gelenek modernleşme sürecinde yeni imkânlarla evrilmiş ve bugünkü tarih ve edebiyat araştırmacılarına kaynaklık edebilecek şekle bürünmüştür. Tarihte kalmış şairlerin hayat hikâyeleriyle ilgilenenler, bugün şu üç isme çok şey borçludurlar: Prof. Dr. Haluk İpekten, Behçet Necatigil ve Prof. Dr. Mustafa İsen. Bilindiği gibi Haluk İpekten tezkirelere dikkat çeken ve bu konuda ilk bilimsel çalışmaları başlatan bilim adamıdır. O, daha 1970'li yıllarda Erzurum gibi bir taşra vilayetinde yer alan Atatürk Üniversitesi'nde biyografiyi bir ekol haline dönüştürüp tezkirelerin bir ders adı olmasını sağlayan hocadır. Behçet Necatigil şair kimliğinin bütün hücrelerine yayılmış şiir heyecanıyla Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü adlı eserini bilim dünyasına kazandırmış olan sanatçıdır. Mustafa İsen ise biyografiyi, Haluk İpekten hocamızın hayallerini gerçekleştirmenin çok ötesine taşıyan, bu konuda yaptığı yayınlar ve yetiştirdiği öğrenciler[1] ile klasik biyografi geleneğine ufuk açan bilim adamıdır. En son yayınlanan Tezkireden Biyografiye (Kapı Yayınları, Nisan 2010) adlı araştırma kitabı bütün bu çalışmalarının bilimsel ve kültürel manada ne derece önemli olduğunu göstermek bakımından her araştırmacının istifadesini mecburi kılar.

Qayd etilgan