İSKENDER PALA  ( 36911 marta o'qilgan) Chop etish

1 2 3 4 5 6 7 B


Ansora  21 Yanvar 2011, 18:50:04

Mustafa İsen adını tarih ileride nasıl kaydedecek bilemiyorum. Çünkü onun bilimsel kimliği yanında ondan hiç de aşağı olmayan kültürel ve bürokratik iki kimliği daha var. Üniversite çatısında bilimsel kitaplar yayınlamanın ötesinde ülke meselelerini kültürel açıdan irdelemek ve çözüm getirmek konusunda da adı önde anılan bir bürokrat. Yürüttüğü TEDA (Türk Edebiyatı'nın Dışa Açılımı) projesi ile Türk edebiyatının dünya yolculuğunu hızlandırmış, müsteşarlık yaptığı yıllarda kültürün çıtasını yükseltmiştir.

Bizim ülkemizde bilim adamlarının kültürel konulara katkısı hep tartışılmış ve bilimi kültür alanına taşıyanlar popülerlikle, yahut bilimden uzaklaşmakla itham edilmişlerdir. Bunun bir sebebi de bilim ile kültürü imtizac ettirebilmenin zorluğudur. Mustafa İsen, bu ikisini bir arada taşımak, sınırlarını belirlemek ve ne zaman kültürün, ne zaman bilimin baskın olacağına karar vermek bakımından başarılı olduğu için adı öndedir. Bilim ile kültürü birleştirebilmek zordur ve bunu yapmak, şekeri suda eritmek kadar yalın bir lezzet anlamına gelir. Nitekim onun Tezkireden Biyografiye adlı eserini okuyanlar, bu lezzetin farkına varır, bilimsel verileri heyecanlı bir kültür diliyle okumanın hazzını yaşarlar. Dahası, tezkirelerin sürprizli kapılarından girerek Osmanlı kültür ve sanat coğrafyasında hayranlık verici sahnelerle karşılaşır, tarihin yalnızca kronolojiden ibaret olmadığını, hazin gözyaşları veya şuh kahkahalar arasında hayatın akıp gittiğini görürler. Sayfalar arasında karşılaşılan bilgiler ise nasıl büyük bir uygarlığın mirası üzerinde oturduğumuzu bize hissettirir. Bu kitap okuyucusunu önce tarihe götürür, orada yüzyıllar akarken sanki Balkanlardan Bağdat'a, Azerbaycan'dan Diyarbakır'a yol alarak bütün bir Osmanlı coğrafyasına seyahat ettirir; üstelik yolculuğa şiir yükü taşıyan bir kervanın ılık akşamları kuşatan ceres sedalarından çalınmış bir romantizm katar. O vakit anlarız Türk şiirinin gür haykırışlarla doldurduğu semaların genişliğini ve o vakit bir kere daha hayran oluruz Divan edebiyatının söz sultanlarına. Gel gelelim "Kemâle erse bir nesne felek anı zevâl eyler - Üsküplü Haki (bk. Tezkireden Biyografiye, s.254)" buyrulmuştur ve kemalin zevalini yaşayan şimdiki nesiller bu kemali anlamak için bu eski kitapları okumaya muhtaçtırlar.

Qayd etilgan


Ansora  21 Yanvar 2011, 18:55:47

KİTAPLARDA ÖLMEK

Adı, soyadı

Açılır parantez

Doğduğu yıl, çizgi; öldüğü yıl, bitti

Kapanır parantez

O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı

Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları

...

Ne varsa orda

Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci

...

Behçet Necatigil

[1] Bu öğrencilerden biri Haluk İpekten Hoca'nın da öğrencisi olan ve Latifi Tezkiresi üzerine çok değerli yayınlar yapan, ömrünü onunla bereketlendiren Rıdvan Canım, diğeri de Mustafa İsen'in öğrencisi olarak Âşık Çelebi Tezkiresi'ne yıllarını harcayan Filiz Kılıç'tır. Nevşehir Üniversitesi Rektörü de olan Filiz Kılıç'ın 6-8 Mayıs 2010 tarihleri arasında düzenlediği "Prof. Dr. Mustafa İsen Adına Uluslar Arası Klasik Türk Edebiyatında Biyografi Sempozyumu" hocasına gösterdiği bir vefa borcundan öte, elliden ziyade yerli ve yabancı bilim adamının katkı sağladığı ve biyografi geleneğini yeniden gündeme taşıyan, çok güzel bildiriler sunulduğu bir bilgi şöleni olmuştur.

Qayd etilgan


Ansora  21 Yanvar 2011, 18:59:26

Sultan&Şah


O kayıp şairin, zamanlar öncesinde "Bir hadise var cân ile cânân arasında" dediğini sık sık hatırlar, hayıflanırım. Çünkü güneş, can ile canan arasındakinden ziyade rakipler arasındaki hadiselere, kardeşler arasındaki hadiselere şahit olmuş durmadan.

İşte Habil ile Kabil arasındaki hadise, işte Timur ile Yıldırım arasındaki hadise, işte Uzun Hasan ile Fatih arasındaki hadise ve diğerleri. Benim yaşımda olanların 12 Eylül öncesinin anarşi ortamında sık karşılaştığı da aynı hadise idi. Hepsi kardeşi kardeşten ayıran veya kardeşi kardeşe kırdıran hadiseler... Bir de Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasındaki hadise. Biz bu hadisenin adını Çaldıran koymuşuz. Sünnilik veya Alevilik koymuşuz. Türk ile Türkmen, Safevi ile Osmanlı, Sultan ile Şah, Oğuz ile Kayı koymuşuz. Biz bu hadisenin adını İstanbul ile Tebriz koymuşuz.

Bu hadisede dolu iki testi birbiriyle tokuşur ve biri kırılır. Peki ya kırılan ile kıran yer değiştirse ne olurdu dersiniz?!.. Şah ile Sultan arasındaki hadisenin beni etkileyen pek çok yönleri var elbette.[1] Ama araştırmalarım bana öyle yürek yakıcı bir tavır öğretti ki izini sürseniz insanlık macerasını devşirirsiniz. Önce Köroğlu'ya kulak verelim: "Benden selam olsun Bolu Bey'ine / Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır / Ok gıcırtısından, kalkan sesinden / Dağlar sada verip seslenmelidir// Düşman geldi tabur tabur dizildi / Alnımıza kara yazı yazıldı / Tüfek icat oldu mertlik bozuldu / Eğri kılıç kında paslanmalıdır."

Qayd etilgan


Ansora  21 Yanvar 2011, 18:59:46

Bu koçaklamanın gür sadasını Bolu dağlarından Çaldıran sahrasına taşırsanız aynı sesi binlerce Türkmen'in ağzından duyar gibi olursunuz. Çaldıran sahrasının yaslandığı dağlardan esip gelen yakıcı rüzgârların yaladığı bedenler o alev gününde yere düşerken sahrada yalnızca ok gıcırtısı ve kalkan sesi yoktu. Orada ilk defa Türkmen süvarileri top ve tüfek sesi işitip öldüler. Bu ölüm bedenlerden ziyade kimliklerin ölümüydü. Törenin, geleneğin, yol yordamın ölümüydü. Çünkü tüfek icad olmuş, mertlik bozulmuş, eğri kılıç kınında paslanmaya durmuştu.

Çaldıran'da ordu millet olan Türk'ün düzenli ordusuyla aşiret süvarisi çarpışmıştı. Birincisi moderniteyi ve teknolojiyi, ikincisi göçebe gururunu temsil ediyordu. Türkmen süvarilerinin göçebe asabiyeti top ve tüfeklerin gümbürtüsüne uymuyordu. O herc ü merc arasında psikolojileri bozulmuş, at sırtında bile olmayan sefil (!) piyadelerle savaşmak gibi bir tenezzülsüzlük veya onursuzluk içinde şevkleri kırılmıştı. Elbette Çaldıran sahrasındaki savaşı sırf bu yüzden kaybetmediler, ama çoğu sırf bu yüzden öldüler. Kaç yüz yıldır ömrü ırmak boylarında ve at sırtında geçen Ötüken çocukları, savaşmak için hantal top ve tüfekleri taşımaya hiç niyetlenmediler ve diğer kardeşlerinin piyadelik ederek sahiplendikleri namlular önünde can verdiler. Bu namluların sahipleri zamanın gereğince davranıyorlardı, ama karşısındakiler onlardan insana fırlatılan kurşunların hayatı alıp götürmesine içten içe güceniyorlardı. Onlara göre ok, düşmanı yaralayıp etkisiz bırakır ve ölüm yerine civanmertçe bir zaferi getirirdi. Bu yüzdendir ki bir süvarinin, kurşun atan ölümcül bir silahı kullanması cengaverlik ruhuna aykırı düşüyordu. O güne kadar ateşli silahlarla hiç karşılaşmamış göçebe süvarinin Çaldıran'daki kahramanlığı işte bu psikoloji ve hayal kırıklığı ile yere serilmişti. Üstelik bu namluların gümbürtülü seslerine atları da tepki göstermiş, kılıç ve kalkan sesi duyarak şahlanmayı beklerken ilk defa duydukları bu korkunç sadalarla Çaldıran sahrasını birbirine katmışlar, süvarilerine itaatten kalmışlardı.

Qayd etilgan


Ansora  21 Yanvar 2011, 19:00:35

Tüfeğin icadı ile bozulan mertliğe isyan edenler yalnızca Çaldıran'da görülmemiştir. II. Viyana kuşatması uzayıp da asker sıkıntısı çekildiğinde Osmanlı yeni birliklere ihtiyaç duydu ve Boz-Ulus, Yeni-il, Dul Kadırlı gibi Türkmen boylarından asker istedi. 1691 Ağustosu'nda Salankamen harbine katılan bu askerler ordudaki Kürtler ile birlikte top ateşine dayanamayıp meydandan dönmüşlerdi. Yaptıkları bir korkaklık değildi; hayır, farklı bir algılama biçimiydi. Onlara göre insan savaşacaksa şöyle bir at sırtında, elinde yayı ve okuyla, kılıcı ve kalkanıyla şahlanarak düşman üstüne atılmalıydı.

Asyalı feodal toplumların pek çoğu, modern zamanların savaş teknolojisine bir türlü uyum sağlayamamışlar, üstelik uzun asırlar boyunca düşmanının ateşli silahlarına gerekli önemi de vermemişlerdir. Oysa savaşmak için lenduha silahlar taşımanın "Bir süvari için pratik olmadığı" bahanesi, yalnızca bir bahane idi. Onlara göre at kişnemesinden, ok gıcırtısından, kalkan sesinden dağlar sada verip seslenmeliydi. Süvari birlikleriyle ünlü Memluk ordusu bu yüzden yok olmuş, İran'ın Zaferlü Kürt boyu, Rusya'nın destanlar yazan asilzadeleri veya Japonların onur abidesi samurayları bu yüzden hazin bir son ile yüzleşmişti. Onlara göre savaşmak bir cinayet değil bir sanat olmalıydı ve ateşli silahlar cinayetin başlangıcı oluyordu. Onlar bu yüzden öldüler. Öldüler ve tarih oldular. Öldüler, ama şerefli gözyaşlarıyla öldüler, civanmert yiğitler olarak öldüler.

Çaldıran'da Osmanlı'nın cihangirleri için de destanlar yazıldı. Orada Selim ile İsmail, Hüseyin ile Ömer birbirine denk idi. Her ikisi de birer deha olarak birbirleri üstüne atıldılar. Biri mağlup olacaktı. Oldu.

Gelin biz yine şaire kulak verelim ve hadisenin özünü rakipler üzerinden değil canan üzerinden terennüm edelim, rakipleri canan eyleyelim. O vakit "hadise" de bize gülümseyecektir.

"Bir hadise var can ile canan arasında"

[1] Bugünlerde Şah ile Sultan'ı anlatan bir romanın sonuna geldim. 24 Ağustos'ta Çaldıran sahrasına gidip, Tebriz'de son cümlesini yazacağım inşallah. Güzeller güzeli Taçlı'nın hikâyesi etrafında tarihî hakikatlerin bilinmesi ve açılıma bir katkı niyetine...

Qayd etilgan